Ayfer Tunç’un 2003 yılında yayımlanan Taş-Kağıt-Makas isimli öykü kitabının içindeki öykülerden biri olan 'Suzan Defter', 2011 yılında bir kitap olarak yayımlandı. Okuru kendi ile yüzleştiren, bir hayata kadın ve erkek gözüyle bakmanın öyküsünün yazıldığı Suzan Defter üzerine bir inceleme.
“Herkesinki gibi, benim hayatım da roman. Hep, ne olduğunu bilmediğim büyük eksiğinin yakında tamamlanacağını umduğum bir roman.”
Bilinmeyen bir eksiğin peşinde tekrarlana tekrarlana, ertelene ertelene tüketilen hayatlar…
O hayatların buluşturduğu iki insan: Ekmel ile Suzan ya da gerçek adları ile; Bay E.A. ile Derya…
Benliğimizin en gizli saklı odalarını hiç ummadığımız bir anda hiç tanımadığımız insanlarla paylaştığımız zamanlarda kendimize dair keşfettiklerimize nasıl şaşırır, nasıl bir dönüşüm yaşarsak, onlar da en umutsuz zamanlarında karşılaşıp, “içlerine hapsettikleri hayat”ı konuşurlar. Üç hafta boyunca, pazar günleri hariç, buluşurlar. Sonsuza kadar sürecek bir sıradanlığı bir çakımlık bölen ve yeni bir solukla yaşama devam etmelerine neden olan üç hafta…
Biz, Ekmel ve Suzan’ın paylaşımlarına tuttukları günlükler üzerinden tanık oluruz. Ayfer Tunç’un 'Suzan Defter’inin sayfalarını çevirmeye başladığımızda, sol sayfalarda Ekmel’in, sağ sayfalarda Suzan’ın günlüğünü okuruz. Sol sayfa erkeğin, sağ sayfa kadının, beynimiz gibi… Aynı günü, o gün anlatılanları, kitabın sol sayfasında Ekmel’in, yani erkeğin, sağ sayfasında Suzan’ın yani kadının penceresinden izleriz. Tanımadığımız iki insanın sadece kendilerine özel satırlarına bakmanın tedirginliği ve utancını da bir parça taşıyarak. Aynı zamanda kendi gizli kalmış odalarımızla karşılaşma riskinin heyecanı ile…
'Suzan Defter', Ayfer Tunç’un 2003 yılında yayımlanan Taş-Kağıt-Makas isimli öykü kitabının öykülerinden biriydi. Öyküde herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen 120 sayfalık uzunluğu nedeni ile olsa gerek, 2011’de Can Yayınları tarafından tek başına roman olarak yayımlandı. Kitap, bir yazarın kullandığı yazım tekniği ve yöntemleri ile anlatımı ne kadar güçlendirebileceğinin en iyi örneklerinden biri. Aynı günü, aynı konuşmaları ya da aynı sessizlikleri kitabın sağ ve sol sayfalarında kendi pencerelerinden farklı farklı anlatan Ekmel ve Suzan, kendi kurdukları ve katıksız inandıkları bir oyunu sürdürürler. Hangi anlatılan doğru, hangi anlatılan gerçek? İkisi de… Biri Ekmel’in diğeri Suzan’ın gerçeği. Hepimizin yaşamında olduğu gibi; herkesin kendi gerçeğini yaşaması gibi…
Hayatları boyunca istedikleri şekilde ve yoğunlukta hiç kimse tarafından sevilmediklerine inanan Ekmel ve Suzan’ın üç hafta boyunca cevabını aradıkları sorudur: Bir hayat nedir? Bu cevabın çevresinde dolanıp durmuyor mu yaşamlarımız? Dünyada yaşayan insan sayısı kadar farklı cevabı yok mu bu sorunun? Okur, Ekmel ve Suzan’la satırlarda yol alırken kendi cevabının da izini sürer.
Derya, Ekmel ile kurduğu iletişimde kullandığı Suzan ismini, hem kendi arkadaşı hem de abisinin eski sevgilisi ve 15 yıllık büyük aşkı Suzan’dan alır. Suzan’ın ismini almakla kalmaz, Ekmel’in karşısında Suzan olmaya çalışır, Suzan’ın penceresinden bakmaya çalışır yaşama, Suzan’ın gerçeğini yaşamaya çalışır, Suzan’ın yaşamını anlatır.
Birbirlerine başkalarının aşkını anlatırken, başkalarının aşklarında kendi aşklarını sınarlar.
Aşkın ertelenmez bir şey olduğunun bir kez daha farkına varırlar.
Birini çok sevdiğimizde, kaldıramayacağı kadar çok sevdiğimizde, onu sevgimizle ezebileceğimiz ve böyle bir aşkın süremeyeceği gerçeği ile yüzleşirler.
“Belki de bir türlü yaşamadığımız için bu kadar büyüdü aşk, aslında kısa bir şeydi, zamana yayıldı.”
Beklenmedik bir zamanda yaşamın birbirine ittiği iki insan, birbirlerine başkalarını anlatırken ve yaşadıklarını günlüklere yazarken, anlattıkları, yerine geçtikleri insanları, yaşamı anlamaya çalışırlar. O güne kadar hiç göstermedikleri bir çaba harcarlar bunun için. İç kavgaları durulur. Yaşama ve yaşamlarını belirleyen o insanlara karşı içlerinde sürdürdükleri savaşı sonlandırırlar. Ama asıl anladıkları ve barış imzaladıkları kişi kendileridir. Yüzleştikleri kişi başkası değil, kendileridir. O noktada artık birbirlerine ihtiyaçları kalmaz.
“İnsan kendini bile bir başkasını severek sevebilir ancak.”
Suzan Defter, “bir kere daha deneyecek gücü kalmamış” iki insanın öyküsü.
Suzan Defter, her okurun içinde kendini bulacağı bir öykü. Her okurun kendi ile buluşacağı bir öykü… Her okuru kendi ile yüzleştiren bir öykü…
Hiçbir hayat sıradan değil. Edebiyatın bize en çok bunu hatırlattığını düşünüyorum. En sevdiğimiz kitaplar, içinde en çok kendimizle karşılaştığımız kitaplar değil mi? Herkesin kırılma noktaları var; en tekdüze yaşamları fırtınaya dönüştüren, en harika sanılanları yerle bir edip yeni baştan yazdıran…
Ayfer Tunç, yarattığı Ekmel ve Suzan karakterlerinde o kadar başarılı ki; hem her okurun kendi penceresinden bakarak yorumlayabileceği kadar ucu açık bırakıyor bazı anlatıları, hem her okurun kendi ile buluşabileceği deneyimlere yer veriyor. Okura hem kendi ile yüzleşeceği sorular sorduruyor, hem kendi cevaplarını bulması için boş alanlar bırakıyor. Ayfer Tunç’un okuduğum öykülerinde yer alan karakterlere genel olarak baktığımda görüyorum ki hepsi bizden biri. Öyküleri bitirdiğinizde hep hatırlayacağımız tanıdık insanlar arasına katılıyorlar. Ayfer Tunç’un, belki gerçek hayattan alıp öykü karakterlerine dönüştürdüğü insanlar onlar. O öyküleri okuduğumuzda ise öykülerden çıkıp gerçek yaşama karışıyorlar yeniden.
Ekmel ve Suzan da öyle; aynı öyküden yolu geçenlerin dost sohbetlerinde isimlerini anmadan geçemeyeceğimiz iki insan artık onlar… O kadar samimi ve o kadar canlılar ki; oldukları gibi, hiç yargılamadan aramıza alıyoruz onları…
Suzan Defter, hiçbir hayat sıradan değil diyor.
Görseller: Maria Svarbova