Seray Şahiner’le, Türkan Şoray’dan Ahmet Kaya’ya, Cem Karaca’dan Metin Kaçan’a Türk sinemasının, edebiyatının ve müziğinin resmigeçit yaptığı yeni kitabını konuştuk. Yazarın BirGün Gazetesi ile OT Dergisi’ne yazdığı yazılardan derlenen kitabı okura şöyle sesleniyor: "Reklamı Atla!"
“Gelinbaşı”, “Hanımların Dikkatine” ve “Antabus”... Seray Şahiner’in edebiyatı akvaryumun (isterseniz faunus da diyebilirsiniz) dışına taşıran kaleminden çıkmış bu kitaplara bir yenisi eklendi: “Reklamı Atla!” Şahiner’in BirGün Gazetesi ile OT Dergisi’ne yazdığı yazılardan yaptığı bu seçkide, bu ülkenin bir türlü değişemeyen kaderine olduğu kadar bir kız çocuğunun büyüme hikayesine de tanık oluyoruz.
Reklamı Atla, BirGün Gazetesi’yle OT Dergisi’ne yazdığın yazılardan bir seçki. Bu vesileyle bir romanın, öykünün başına oturmakla, süreli bir yayın için yazmak arasındaki benzeşliklere, farklılıklara dair neler söylersin?
Kurgu metin yazarken, değiştirecek bir yer bulamayana kadar yeniden yazma, daha çok demleme lüksü var. Yanlış yapacak mıyım, ayıp edecek miyim paniğini de yatıştıran bir süreç. Yazdığına ikna olacak kadar bekleyebiliyorsun. Gazete ve dergilerde ise, matbaa beklemez. Habercilikten geldiğim için bu bende biraz var olan bir pratik. Düzeltecek zaman olmaması, refleksleri kuvvetlendiriyor. Daha düşünürken kendine tashih yapmaya başlıyorsun. Yine de aylık dergide yazarken yazı günü gelip çatınca, her ay bir ay ileri alınıyor gibi hissediyorum. Süreli yayınlarda yazmanın şöyle bir avantajı var; nefesini düzenleme zamanın olmadığından daha canhıraş bir ruh haliyle yazıyorsun. Gün içinde olan şeyi ertesi güne daha çok insanla tartışılabilecek bir zemine taşıma lüksü var.
Peki bu yazıların konusunu nasıl belirliyorsun? Kitaptaki yazıların aradan onca süre geçtiği halde güncelliğini koruması pek acayip bir şey!
Güncel meseleleri yazınca konu kendini dayatıyor aslında. Yazar arkadaşlarımı ve ustaları takip ediyorum. O gündemi kim neresinden tutar az çok kestirmeye çalışıyorum. “Bu konuda hangi açıdan ses verirsem konuyu ‘on kez söylenen söz manasızlaşır’ boyutuna taşımam?” derdiyle oturuyorum yazıya. Reklamı Atla’da yazdığım konular ne yazık ki güncelliğini koruyor. Açıkçası ben eskimesini tercih ederdim. Zulüm tekrar ettikçe ona verilen sesler de aynı tazelikte yankılanmaya devam ediyor. Tüm bu yazılanların ilerde ‘vay be neler yaşanmış’ noktasında ele alınması için çabamız. Biz, 50 yıl önce yazılmış eleştirel yazılara baktığımızda “şimdi yaşananlara ne kadar benziyor” diyoruz. Yazarlar ustalarının izinden gidiyor, zalimler ustalarını geçiyor.
Yazılarından senin hakkında öğrendiğimiz güzel ayrıntılardan biri de, yazar olmayı hayal eden küçük Seray’ın çeyizine, annesinin Aziz Nesin ciltleri koymuş olması. Başka neler eklendi o çeyize yıllar içinde?
Yıllarca Aziz Nesin’in o koca ciltlerini, bu kadar sıradan görünen konuları nasıl yazmaya değer görüp bir de okunmaktan bıkılmayacak hale getirebildiğine hayret ederek döne döne okudum. Nesin’in olduğu çeyize sonradan sokakta konuşulanlar eklendi. Hani müzik kulağı derler ya, diyalog kulağımı geliştirmeye çalıştım. Doğal olarak başka ustalarla da tanıştım. Şarkılardan, her türlü yerel müzikten, filmlerden beslendim.
Sende çok ilgi çekici, hatta ilgi çekiciden öte hayret verici bulduğum bir özellik var. Ele aldığın her meselenin çatır çatır ironisini yapman. Ya da muzipliğin mi demeli? Bu da hayal gücü ve dilsel zeka kadar, umut etmeyi de gerektiren bir şey sanki. Yanılıyor muyum?
Aslında masaya hep bir dertle oturuyorum. Ama okuyanın, okuduk, üzüldük, bitti rahatlığıyla metinden ayrılmasını istemiyorum. Sadece üzülmenin sonu kabullenmeye varabiliyor. Mizahı bir yabancılaştırma unsuru olarak kullanıyorum. Gülmek sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Yaşarken de yazarken de mizahın bu yönüyle bir silah ve zırh olarak kullanılmasından yanayım. Bu, mücadele ettiklerimizin elinde olmayan bir silah. Yağlı yüzsüz gülüşlerinin haricinde zulümkarların mizah duygusuna pek tanık olmuyoruz. Dolayısıyla bununla baş edemiyorlar. Hiciv, umut ettiğimiz güzel günler için cephanemiz.
Belirli bir azınlığı diyeceğim, çünkü azınlıkta olduğumuzu düşünüyorum bazı hassasiyetler konusunda, belirli bir azınlığı derinden etkileyen toplumsal meselelere dair bu kadar içerden cümleler kurmanı neye borçluyuz?
Hiçbirimiz bu çemberin dışında değiliz. Gelip birebir sana saldırmıyorlar artık. Haksızlık radyoaktif bulut gibi havaya yayılıyor. Hepimiz onu soluyoruz. Susmak da zulme ortaklık gibi geliyor. Böyle hisseden herkes içinden geleni, elinden gelen haliyle ortaya döküyor. Kimi saz çalıyor, kimi söz söylüyor, kimi duvara yazıyor…
Kitaptan Türk sinemasıyla, müziğiyle, edebiyatıyla ilişkine dair de birçok ipucu ediniyoruz. Ama sinema ve müzikten sorayım ben sana… Sinema ve müzikte senin için dönüm noktaları kimler, hangi filmler, şarkılar?
Vesikalı Yarim, kurtarılmayı beklemeyen, adama posta koyan, kendi yoluna giden bir kadını başrole taşıdığı için bir devrim filmidir. Sultan, evini savunan işçi bir kadını anlatması açısından hâlâ sık sık başvurduğumuz bir kaynak. Ağır Roman keza; sokağın sesini verdiği ve semt sakinlerinin evlerini işyerlerini ellerinden almak isteyenlere, “iş olma Reis?” diye posta koyduğundan, kimi repliklerini hala tekrarladığımız bir film. Müzik konusunda; Kardeş Türküler’in Kerwane’sini dinlemeden tek bir satır yazmadım yıllardır. Kürtçe bilmiyorum ama bu şarkıda yazmak için Kürtçe bilmek mi lazım be abi? Şarkının teması olan göç, benim de çok sık işlediğim bir konu. Duygusu çok kuvvetli geçiyor ve melodi şarkı içinde birkaç kez değişip, rotayı hiç şaşırmadan aynı ritm üzerine devam etmesi açısından bir dramaturji harikası. Erkin Koray; “Kaldırımların dili yok onlar söylemez biz söyleriz onları nasıl çiğnediğimizi” deyip bir anlamda yazıda ne yapmam gerektiğini belirlediği için; Rima Khcheich ve Mohsen Namjoo dediğini anlamasam da derdine beni kattığı için vazgeçemediğim isimler.
Reklamı Atla! diyorsun. Yazıların her birinde, yaşadığımız bu hayatın bir reklam olmadığını, yaşananlara daha fazla seyirci kalmamamız gerektiğini görüyoruz. Bu anlamda yazının ya da genel olarak edebiyatın eyleme geçirme gücü var mı sence?
Edebiyat hafızayı diri tutuyor. Meseleye farklı açılardan bakma refleksi geliştiriyor. Misal, beni Vedat Türkali örgütledi. Oysa Güven’in de Bir Gün Tek Başına’nın da ele aldığı dönemlerde dünyada değildim. O kitaplarda bahsedilen eylemlere katılmamıştım. Ama benim devrimci abla ve abilerim önce edebiyattan tanıdıklarımdı. Resmi tarihe teslim edilmeyip edebi eserlerde de yazılması sayesinde hafızamızda bizden önce yaşananlar da var. Bizi şimdi olanlar kadar o hafıza da harekete geçiriyor.
Senin Yaşar Ustanın kızı olduğu söylentisi var, doğru mu!
Yaşar Usta’nın çok çocuğu var. Hatta her sabah kendimizi bizzat Yaşar Usta’ya dönüşmüş olarak buluyoruz. Her gün elimizi sinemize vurup, “Sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm! Dokunma…” diyerek savunma ihtiyacı duyduğumuz mecralar artıyor. “Dokunma çocuklarıma, dokunma aileme…” Liste sürekli uzuyor: “Dokunma parkıma, dokunma şehrime, dokunma mahalleme, dokunma internetime…” Yaşar Usta, büyürken defalarca dinlediğimiz tiradıyla bize posta koyma terbiyesi verdiği için, yeri sarsılmayacak aile büyüğümüzdür.