Mehmet Günsür’ün okurken sözcükler yoluyla yaptığı güzel resimlerin karşısına geçeceğiniz kitabı İçeriye Bakan Kim?, üzerine bir yazı.
Mehmet Günsür’ün öykülerinin yer aldığı İçeriye Bakan Kim? birkaç ay önce Everest Yayınları tarafından tekrar yayımlandı. Bu metinlerin yeniden gün yüzüne (aslında su yüzüne diyesim geliyor, öykülerdeki denizin etkisiyle olacak) çıkması Günsür’le daha önce tanışmamış olanlar için kışkırtıcı oldu, şimdi edebiyat merceğini alıp bakacakları yeni bir içerisi söz konusuydu, farklı bir yazara sokulma fırsatı demekti bu.
Genel bir kabul: Bir anlatı türü olarak öykünün kısa zaman dilimlerine yaslanan, açık uçlu yapısı belki onun en cazip tarafı. Güzel bir tablo karşısında ya da bir fotoğrafa bakarken etkilendiğimizde nasıl sadece o ana odaklanıyorsak, öyküde de -çoğu öyküde diyelim- mesele ‘sonrası’ değildir, daha çok sonrasını bizim nasıl düşündüğümüzdür. Bu bakımdan İçeriye Bakan Kim? özellikle durum öykülerini sevenlere hitap ediyor. Baktığınız yerde dinlendirici tablolar görüyorsunuz, ilişkileri, özlemleri, geçip giden günleri anlatan düşünceler ve havaya, bulutlara, denize dair kısacık betimlemeler gözlerinizin önünden sakince akıp geçiyor. Öykü bitiyor, siz “Peki ya sonrası?” diye sorma ihtiyacı duymuyorsunuz. Duyduğunuz zihinsel tatmin size yetiyor. Tıpkı güzel bir tablonun yada etkileyici bir fotoğrafın karşısında olduğu gibi.
“Küçük Bir Hayat”
Birkaç yerde geçiyor, çok küçük bir hayat, daha küçük bir hayat, diyor anlatıcılar; bu, ifadenin geçmediği öykülerde de hissediliyor: Debdebeden, karmaşadan uzak bir fiziksel çevre kurma ve orada (var) olma niyeti var öykü kişilerinin. Bir cittasslow’un içinden sesleniyor gibiler, doğrusu öykülerin ritmi de buna uyuyor. Damıtılmış, tonu belirlenmiş ve özenle ayarlanmış bir tempoda akıyor tüm metinler. Küçük bir öykü evreni de denebilir buna, olumlu manada söylüyorum, İçeriye Bakan Kim?’de kendinden memnun, zihinsel bütünlüğü tam bir yazarla karşı karşıyayız. Mehmet Günsür’ün büyük bir anlatı kurmak, gösterişli cümleler yazmak gibi bir derdi yok ve en güzel tarafı, yazdığı öykülerin içine aslında pek de anlamı olmayan genellemeler serpiştirmiyor. Kısa ve sade olanla anlatmayı, hissettirmeyi biliyor. Sonuçta, kitaptaki bir ifadeyi değiştirerek söylemeye çalışırsak, "Daha büyük bir öykü evreni mutlaka başka bir öykü evreni anlamına gelmez," öyle değil mi?
“… zihnim neredeyse tümüyle bana ait”
Aslında hepimiz için geçerli ya, zihinsel bütünlük en çok sanatçıların “olmazsa olmaz”ı. Parçalara ayrılmadan, bölünmeden yaşanan tamlık duygusu üretim için elzem. İçeriye Bakan Kim?’deki öyküler anlatıcılarına bu imkanı veren veya yazara bu hayali kurduran ortamlarda geçiyor. Öne çıkan izlekler bir defa deniz, liman, kıyıda bir kasaba (cittaslow?), sonra gemiler, tekneler ve, haliyle, resim sanatı ve renkler. Pek çok metinde yazarın anı parçalarını buluyoruz, bu anlamda kişisel olan, ailevi olan da sık sık beliriyor, metnin bütünü neredeyse bir tür otobiyografiye göz kırpıyor. İçeriye Bakan Kim? başlığı da -burada çok açık etmeden söyleyelim- yine resim tarihi ile ilintili ve aslında tüm sanat dallarına, sanatın işlevine yapılan bir gönderme gibi.
Zaten “bakmak” oldukça güçlü bir fiil. Türevleri ve çağrışımlarıyla geniş bir dil alanını kuşatıyor. Belli bir konuya bakışımız bazen hayata karşı aldığımız tutumu da belirliyor. Sanat eserlerinin yaptığı da bu: Bizim “bakmamızı” sağlıyorlar! Çoğu durumda bakış düşünceyi önceliyor. “Harika Çocuk”lar adlı öyküdeki şu piyano çalma sahnesinde durum biraz farklı ama bunun da bir tür bakış olmadığını kim söyleyebilir?
Chopin’in 20 numaralı Nocturne’ünü üç kez üst üste çaldı. (Benim yüzümden…İlk çalışında çok gergindi.)
“Bir kez daha denesene”
İkinci çalışında, elleri, temposu ve gövdesi yumuşamaya başlamıştı, hissetim. Ona yan dönüp oturmuştum, özellikle, dinlemek gerekiyordu, bakmak değil. Ben çalıyor olsaydım, bunu isterdim. Bakılmaz istemezdim. İnsanlar, bana nasıl davranılmasını istiyorsam, öyle davranmaya çalışırım.( Bazen çok şaşırırlar.)
Resim ve Yazı
Mehmet Günsür bir ressamın oğlu. Kendisi de resim eğitimi almış ve çeşitli sergiler açmış. Kitabın sonuna konan metinlerde yazarın bu özelliği sıklıkla vurgulanmış. Belli ki bu öykülerin bir ressamın kaleminden çıkıyor olması ve bunun metne yaptığı katkı önemsenmiş. Mesela, yazın hayatı boyunca resim sanatı üzerine de sıklıkla eğilen usta edebiyatçı Ferit Edgü, kitabın Sait Faik Hikâye Armağanı’nı neden hak ettiğini anlattığı yazısında Günsür’ün diliyle ilgili şunları söylüyor:
Ben, onun öykülerinde, söylemeden söylediği şeyleri seviyorum. Yalnızlık sözcüğünü kullanmadan anlattığı yalnızlıkları; hüzün sözcüğünü kullanmadan, dile getirdiği hüznü; yenilmişlik sözcüğünü kullanmadan anlattığı yenilmişlikleri, umut sözcüğünü anmadan bir daha tutunmak isteyişleri dile getirişini seviyorum. Diline, ölçülü biçili acı alayına; baktığı, anlattığı her insanda hepimizin ustası Sait Faik gibi bir dünyanın saklı olduğunu sezmesini ve sezdirmesini seviyorum.
“Karşılaşma” adlı öyküde anlatıcı şöyle söylüyor arkadaşına: “Yazı yazmak yerine, yeniden resim yapmayı denemelisin.” Bu belki yazarın da zaman zaman hissettiği bir ikilemdi, bunu şimdi biz bilemeyiz. İki evrensel uğraş arasında salınan duyarlı bir sanatçının bir karar vermesi, bir seçim yapması gereken durumlar olmuştur herhalde. Karşıda, bulutların altında görünen tepelerin resmini yapmak mı yoksa onlar hakkında bir yazı yazmak mı? Her halükarda, yazı veya resim, bir şeyi anlatmanın iki ayrı yolu. Her ikisine de hakim olmak yetkin sanatçıların işi.
Biz İçeriye Bakan Kim?’de edebiyatçı Mehmet Günsür’le tanışıyoruz. Ve onun sözcükler yoluyla yaptığı güzel resimlerin karşısına geçiyoruz.
Henüz görmeyen varsa bir baksın, derim ben.
Fotoğraflar: Øystein Sture Aspelund