“…Sesini göresim geldi”
Denize bakarak treni özlemek. Hep tersi özlenir aslında. Ankara gibi, Eskişehir gibi, Konya, Erzurum, Sıvas, Erzurum, Diyarbakır gibi, denizaşırı değil ama trenaşırı şehirlerde, ‘şu tren beni alıp götürse’ duygusunun açıldığı bir yer vardır, o yer İstanbul’dur ve İstanbul Türkiye’nin deniz kapısıdır, deniz rüyasıdır. Tren yolcuları İstanbul’la denizi karıştırdıklarından mı, değil, belki de düşlerinde İstanbul’u bir bebek gibi denizle avuttuklarından, İstanbul’un yansımalarını, gölgelerini İstanbul’un sularına işlediklerindendir bu güzel yanılsama. Denizi özleyince İstanbul’u, İstanbul’u düşleyince denizi, akla, fikre, rüyaya, hayale getirmek de varsın yanılsama olsun, yeter ki karası İstanbul, suları İstanbul Mavisi olsun.
Balkonun şiiri çoktur, etkilidir, güzeldir, acıdır, keskindir, yoğundur, doludur. Sezai Karakoç’tan Gülten Akın’a şairlerin de en gözde konusu demeyelim de, şiirlerinin vazgeçilmez uğrak yeridir. Onların şiirleri ne yapıp eder balkona çıkar, hayata, çocuklara, annelere, zamana, geleneğe, eskiye yeniye ve elbette insanın içine bir de buradan bakmayı dener diyelim. Bazılarının hayatlarıyla denediğini onlar da şiirleriyle denemişlerdir. İstanbul denize bir balkon gibi kurulmasını da bilmiştir. Balkon İstanbul’da bazen denize uzanan bir sofra, bazen asude zamanlara çekilen bir küçük müze, bazen de ölülerimizin hatıralarının saklandığı bir aile mezarlığıdır. Balkon kedilerin de yaz mevsimidir. Balkona çıkan kedi yaza çıkmış, güneşin ülkesinde binbir çeşit özgürlükle tüylerini, patilerini, gözlerini, gövdesini, gönlünü şımartmaya hazırdır. İnsan bazen ‘ah o kedinin yerinde ben olsaydım…’ diye geçirebilir içinden. Neden olmasın, insan bu!
Şubat güneşi herkese eşit davranıyor, gece gibi değil. Gündüz görünüşte eşitlik meydanı, geceyse her bakımdan eşitsizlik kaynağı. Şubat güneşinde ciğercinin kedisiyle sokak kedisi eşit, sokak kedisi de balkon kedisiyle eşit. Eh işte yazı da kendisine bir yer buluyor güneşin altında, yazının güneşi şimdilik balkonda, geceye kalmasın, hem o kadar koyu bir yazı da olmasın. Güneş sarı diyelim, deniz mavi, özlemse koyu. İyi de bu cümlenin bir yerinde kedi de olmalıydı, kediler, iki beyaz, bir kül kedisi: Safo, Cano ve Çilek. Benim denize bakıp treni özlediğim gibi, onlar da balkona bakıp güneşi özlemişler belli.
Özlenen her zaman insanın özlediği yerden mi geliyor bilinmez. Özlenen ile yolu gözlenen arasındaki benzerlik yalnızca uyaklı olmasından değil, galiba insan en çok da gözleriyle özlüyor. ‘Göresim geldi’ demez miydi babaannelerimiz gözlerimizden gözleriyle öperek, kalpleriyle öperek. Nazım Hikmet “Taranta Babu’ya Dokuzuncu Mektup” şiirinde “Bugün aklıma/yazısız ve çizgisiz/bir resim geldi Taranta Babu!/ve benim, birdenbire/yüzünü değil,/gözünü değil/senin sesini göresim geldi, Taranta Babu” der: Sesini göresi gelmek, bu ne imgedir ne de söz sanatı. Özlemenin ta kendisidir.
Ben de özledim. Benim de sesini göresim geldi. Yıllarca o sesle yolcu oldum, o ses yaklaştığında çoğu kere sevinçle, bazen de kederle doldum, ama o sesten hep iyilik umdum, o sesin gelişinde hep bir güzellik buldum. O ses bazen geceyi, bazen şehri ikiye bölerek geçti gitti, bazen de beni böldü tam ortadan ikiye, bir yanım durdu, bir yanım yolcu oldu. Ama artık çok oldu, “gözleyi gözleyi gözüm dört oldu”, bir sesini duysam yeter bana. Şu İstanbul balkonuna çıkmış, Eskişehir tarafına bakıyorum, arada deniz var, olsun, ona bakarak seni özlüyorum. Gel artık beni Eskişehir’e götürecek güzel trenim. Şehrimi de, seni de, sesini de göresim geldi.