Barış Bıçakçı’nın bir kaybın peşinde geçen hayatları anlatırken umutla, sevgiyle, arayışla ve şiirle dolu bir dünya sunduğu poetik romanı Tarihî Kırıntılar üzerine bir yazı.
“1992 yılının Aralık ayından sonra Can kendini tamamen şiire verdi. Henüz aklı havada bir ergen olmasına rağmen, ablası Meral’in aniden ortadan kayboluşunu hece ölçüsüyle yazılmış bol kafiyeli bir şiir gibi kolayca ezberledi, dilinden düşürmedi.”
Bir kayıp yaşadığımızda ne hissederiz, neye sığınırız? Eksik kalmanın getirdiği kırılmışlık, dağılmışlık ve bir daha hiç tamamlanamayacağımız hissi bizi içinden çıkamayacağımız durumlara sürükleyebilir. Bazılarımız için yas süreci o kadar da kolay geçip gitmez. Herkesin acı ile baş etme şekli farklıdır. Kitaplara, edebiyata sığınanlar bilir ki; kim giderse gitsin, ne olursa olsun kendi başının çaresine bakabilir insan. Delirmeden ayakta kalabilir, hayata tutunabilir. Barış Bıçakçı, bir önceki kitabı Seyrek Yağmur’da bir delinin deliliğini kitaplara gizlemesini “… Böylece deli neredeyse haftada bir yeni kitap almaya geliyor. O da değişmek istiyor, diye düşünüyor Rıfat, artık sadece bir deli olmak istemiyor, bunun için kitap okuyor. Ama tabii kendini korumak için de okuyor olabilir, deliliğini sürdürmek için.” şeklinde ifade etmişken, yeni kitabında “Basit ve küçük şeylerin, karmaşık ve sonsuz şeylerin içinde eriyip yok olmasına engel oluyordum. Kitap okuyarak, kapımı kilitli tutarak.” diyor. Bıçakçı’nın Mart başında İletişim Yayınları’ndan çıkan Tarihî Kırıntılar isimli bugüne kadarki en uzun romanıysa tam da burada karşılıyor bizi. Kaybın ardından gelen ve belki de hiçbir zaman yanıt bulamayacak olan o soruların yanıtlarını arayan bir ailenin şiire sığınmasını, yanıtları şairlerde ve şiirde aramasını konu alıyor Tarihî Kırıntılar.
“Ablasının gidişiyle parçalanan varlığının kırıntılarını bulup toplamak, böylece dağınık bir rüyadan çıkıp derli toplu bir gerçeğe varmak istiyordu.”
Alışıldık Barış Bıçakçı anlatısına göre ilk bakışta daha karmaşık bir hikâye akışına sahip olan Tarihî Kırıntılar, ana karakter Can’ın, ablası Meral’ın 1992 yılında 19 yaşındayken bir gün evden çıkıp gidişinin ardından annesi Sevgi ve babası Taner ile şiire sığınışını anlatıyor. Kırçıllı kumaştan uzun paltosu olan bir şairin peşinden gittiği düşünülen Meral’in gidişi tüm aileyi şiire yönlendiriyor. Babası şiir yazmaya başlıyor, annesi şiir yayımlanan bütün edebi dergileri okuyor, Can ise şairlerin peşine düşüyor.
“Birine benzemeye çalışmanın, birinin peşinden gitmenin kaçınılmaz sonucudur. Doğuyor musun ölüyor musun, bilemezsin. Bana kalırsa bütün sanatçılar da benzer ürpertiyi duyarak çalışır: Yapıtım ortaya çıktığında bu benim doğumum mu yoksa ölümüm mü olacak?”
1992 yılından 2014 yılına geçtiğimizde Can’ı bir kültür-sanat gazetesinde çalışırken buluyoruz. Can sürekli isimlerini gizli tuttuğu şairlerle söyleşiler yapıyor, sorular sorarken hırçınlaşıyor, bir cevap arıyor, onlardan bir öykü bekliyor. Sonrasında yazıya döktüğü tüm şair portrelerini üst üste koyarak tek bir şair portresine, ablasına, ablasını peşinden sürüklediğini düşündüğü o şaire ulaşmak istiyor. “Beni en iyi şairler anlar, diye düşündüm. Hep şiirden, edebiyattan konuşmak istedim. Çünkü kaçacak başka bir yer bulamadım.” diyor Can ablasının gidişini anlatırken, başka bir şair ise “Belki de,” diyor bir şair, “ablanız bir şairin değil şiirin peşinden gitmiştir, şiire saklanmıştır. Yani öznesiz bir geniş zamana…” diye cevap veriyor Can’a. Can her şairde ablasına ulaşmaya çalışırken ablasını peşinden sürükleyen o şaire dönüşüyor.
“ “İki dünya var,” demişti Can’ın babası, “birinde biz yaşıyoruz diğerinde şairler”.”
“Şair, belden aşağısı geçmiş belden yukarısı gelecek olan bir yaratıktır,” demişti annesi, gözlerini kocasına dikip. Ardından bütünüyle dullara özgü bir edayla iç geçirerek mırıldanmıştı: “Yarı insan yarı geçmiş.”
Zaman geçiyor, Meral’in izleri yavaş yavaş siliniyor gibi görünüyor. Belki döner umuduyla oturdukları evi asla bırakmayan annesi Sevgi ve babası Taner, Akyaka’ya yerleşiyor. Ne de olsa artık Can ünlü bir gazeteci. Her yerde adı geçiyor ve ablası onlara ulaşmak isterse bir şekilde ulaşabilir. Ankara sokaklarından ilk kez farklı yerlere ayak basan ana karakterler bir Barış Bıçakçı romanı için bilinmeyen topraklar açıyor. Can, ablasının peşinden Kaş’a gidiyor mesela. Barış Bıçakçı romanı için alışılmadık olan bu Akdeniz sınırları, bir bakıma da Can’ın arayışının sınırlarının ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Ablası Meral’in belleğindeki varlığı Can’ın peşini hiç bırakmıyor.
“2018 yılının Mart ayında, güneşli, sıcak bir günde Can, isimsiz şair hikâyelerini nihayet bitirmiş olmanın rahatlığıyla konuşuyor. Rana itiraz ediyor. “Ben senin başarısız olmanı istemedim ki! Ben senin bu işe hiç başlamamanı istedim!” Rana’ya kalırsa, Can kendi huzuru pahasına yaptı bu söyleşileri. Huzurlu bir hayat Can’a, Meral’i unutmakmış, ihanetmiş gibi geliyor. Bu yüzden biraz mutlu olsa hemen suçluluk duyuyor.”
Can’ın hayatına öyle çok kadın girip çıkmıyor. Yeşim’i ve Rana’yı tanıyoruz. Yeşim bir süre devam eden bir ilişki olarak tarihteki yerini alıyor, Rana ise hep yanında olan ve ablası Meral’i aramasında onu çoğu zaman destekleyen bir karakter olarak akıllara kazınıyor. Arkadaşlarından ise Ali’yi biraz daha yakından tanıyoruz. Ancak kitapta Can dışında hiçbir karakter derinlemesine yer almıyor. Annesi Sevgi ve babası Taner de dâhil… Bir noktada, birkaç konuşmadan onların olaylarla ilgili görüşlerini dinleme fırsatımız olsa da genellikle yan karakterler olarak küçük bölümlerde yer alıyorlar.
“İnsan, “Nasıl yaşamalı?” sorusunun cevabını şiirde aradığı için şair olur. Her fırsatta kendisine iri dişlerini, sivri tırnaklarını gösteren, salyasıyla üstünü başını ıslatan gerçeklik ile koyun koyuna nasıl tutarlı bir hayat sürdüreceğini bulmak için şair olur. İnsan, gerçekliğin dişinden tırnağından kurtararak artırdığı sözcükleri boşa harcamamak için şair olur. Ama çoğunlukla boşa harcar ve işte o zaman insan, yazdığı dizeleri bir güzel silkelemek için şair olur.”
Barış Bıçakçı’nın eskiden arkadaşları ile birlikte iki şiir kitabı yayımladığını bilenler belki benim gibi onun şiire olan özlemini bu kitabında gidermeye çalıştığını düşünmüş olabilirler. Yazım hayatına şiir ile başladığını bildiğimiz Bıçakçı, 194 sayfa ile bugüne kadar yazdığı “en uzun romanı” ile biz okurlarını sevinçle heyecanlandırdığında açıkçası bunun bir şiir roman olacağını tahmin edememiştim. Bir kaybın arkasından, kalanların şair portrelerini üst üste koyarak sonuca ulaşmasını izlediğimiz Tarihî Kırıntılar kitabı Barış Bıçakçı’nın şair ve şiir portrelerinden yola çıktığı politik de bir roman aslında. Daha önce hiçbir Barış Bıçakçı kitabında görmediğimiz kadar bu kitapta politik gönderme yer alıyor. Barış Bıçakçı’nın Tarihî Kırıntılar kitabını basit bir poetika olarak yorumlamak kitabın özünde yatan yakın tarihimizdeki derin acıları hafife almak olacaktır. Meral’in kayboluşunun ardındaki sebepler kafamızı kurcalarken Bıçakçı, ülkenin kayıplarına da değinmekten geri kalmıyor ve bize bu ülkede faili meçhullerin, yakarak öldürülen şairlerin ve canlı bomba kurbanı olmuş insanların var olduğunu hatırlatıyor.
“Öyle çok canlı, yaşamın bütün olanaklarını denemeden cansızlığın örnekliğine mahkûm oluyor ki, ne yaşam denir buna ne ölüm.
Öyle çok şiir, anlaşılmazlığın bütün olanaklarını denemeden bir şey anlatmanın bir örnekliğine razı oluyor ki, ne söz denir ona ne müzik.Yetinmek mümkün olsaydı, şiir yazarken yaşadığım bozgun ile yetinirdim.”
Dört sıralı bölümden oluşan Tarihî Kırıntılar, ilk sırada Meral’in acısının taze olduğu 1992 yılından Can’ın ailesi ile geçirdiği zamanları 2006 yılına kadar anlatırken, ikinci sırada 2014 yılından 2018 yılına kadar Can’ın şairlerle yaptığı söyleşilerin izini tanrı bakış açısı ile sürüyor. Üçüncü sırada Can’ın görüştüğü şairlerin anlattıklarını Can’ın ağzından dinlerken dördüncü sırada Can’ın görüştüğü şairlerin şiire bakışını anlatan birer poetika yer alıyor. Bu dört bölüm birbiri ardına karşımıza çıkarak akışta bir şairin izini sürüyor ve bir bütüne ulaşmamızı sağlıyor. Can’ın geçmişini, bugününü, şairlerle yaptığı söyleşilerin izi ve o şairlerin poetikaları sonunda Can’ın şair portrelerini üst üste koyarak kendi kitabı “Şair Geçidi”ni ortaya koyması katmanlı bir poetikayı ortaya çıkarıyor.
Görseller Brooke DiDonato'ya aittir.