Arkeolog ve akademisyen Nesibe Çakır ile okurlarını Pergamon'da tarihsel bir yolculuğa, arkeolojinin büyülü dünyasına davet ettiği kitabı Pergamon’un Kayıp Hazinesi üzerine konuştuk.
Bilgi, tarih boyunca insanlığın en eşsiz hazinesi olmuştur. Ona sahip olanlar aradan binlerce yıl geçse de aramızda dolaşmayı, seslerini türlü vesilelerle bizlere duyurmayı başarmışlardır. Arkeoloji alanındaki çalışmalarından edindiği deneyimlerini kurmacanın büyülü dünyasına taşıyan akademisyen Nesibe Çakır; şehir planlaması, tiyatrosu ve dünya uygarlıkları için dönüm noktası sayılan parşömenin vücut bulduğu toprakların, Pergamon’un yüzyıllar öncesinden süzülen seslerini genç okurlarıyla buluşturdu. Yusuf Tansu Özel'in dönemin ruhunu yansıtan çizimleri ile renklendirdiği Pergamon’un Kayıp Hazinesi, Can Çocuk etiketiyle yayımlandı. Adına şehirler kurulan Hadrianus zamanının mutfağından güzellik algısına, süs eşyalarından kütüphanelerine dek Roma döneminin renkli insan hikâyelerine rastladığımız kitabı ve ilham veren zaman yolculuğunu Nesibe Çakır ile konuştuk.
Okurlarınızı geriye doğru, oldukça heyecanlı ve gizemli bir yolculuğa çıkarıyorsunuz. Günümüzden yaklaşık 1900 yıl geriye gidiyoruz. Bizi oraya siz götürüyorsunuz. Sizi bugünden oraya, o zamana götüren neydi? Böylesine uzun bir yolculukta genç okurlarınızın yolunu kaybetmemesi için neler yaptınız, nelere dikkat ettiniz?
Uzak geçmiş ve gelecek hakkında yazmak bana keyif veriyor. Merak, bilinmeyeni keşfetmek, her şeyden öte zamanda yolculuk bir hayalperestin tutunduğu İkaros’un kanatları gibi bana göre.
Sadece genç değil her yaştan okurun bile tarihsel kurguda yolunu kaybetmesi çok kolaydır. İlk başta kendim için sağlam bir haritaya, çalışma planına ihtiyacım olduğunu itiraf etmeliyim. Arkeologlar haritaları, kent planları olmadan yola çıkmazlar, aynı kâşifler gibi. Hikâyenin geçtiği antik kenti birkaç kez gezmiş olmam lazım. Sonrasında kent planını ve fotoğrafları önüme açarak yapılarıyla sokak sokak inceledikten ve tarihle ilgili notları aldıktan sonra (ki bu safha en az altı ay sürüyor) karakterleri yaratırım. Yazamaya başlamadan önceki son hazırlığım bir çizelge, tablo oluşturmaktır. İçerisinde her bölümün sahne sahne, zaman, mekân, karakter açıklamaları yer alır. Benim kaybolmamak için haritam bu çalışma metodumdur.
Kitabın başında yer verdiğiniz Latince bir söz var: “Divina natura dedit agros, ars humana aedificavit urbes.” Bu sözün kılavuzluğunda sormak istiyorum. Tanrısal doğanın verdiği topraklara insan elinin inşa ettiği kentlere Nesibe Çakır nasıl bakıyor? Bu bakış, yazarlığınızı ve mesleğinizi nasıl etkiliyor?
M. Terentius Varro’nun çiftlik ve ziraat işlerini anlattığı eseri De Re Rustica’nın geçen yıl tamamını okuyayım dedim. Pergamon’un Kayıp Hazinesi’nin atmosferindeki kır hayatı, toprağı işlemek ve kentin mimarisiyle ilgili motifleri bu cümlenin bir arada buluşturduğunu görünce kitap basıma gitmeden kısa zaman önce ekledim. Biraz benden de bir şeyler buldum galiba. Hem doğayı severim hem de güzel, zekice tasarlanmış bir şehirden de kopmak istemem. Aslında 70-80’li yıllarda çocukluğumun yarısı Konya Ereğli’nin köylerinde, bahçelerinde, ırmakların, ulu ağaçların kıyısında diğer yarısı da Mersin’in sahillerine kadar uzanan narenciye bahçelerinde geçti. O yüzden uzun bir aradan sonra her denizi görüşümde kalbimde dalgalar yarışır veya Ereğli’de ninemin avlusundaki salkım söğütün altında geçen yaz günleri anısına ne zaman bir salkım söğüt görsem gölgesine saklanıp gövdesine yaslanmak isterim. Bu his bazen öyle yoğundur ki nereye oturtacağımı bilemem. İnsan eli hem acımasız, yıkan hem de yaratan, inşa eden olabiliyor (yaptığını kendi de yıkabiliyor, tuhaf bir paradoks).
Mimarlık, Antik çağda bir sanattı. Mimar da sanatçı. Doğanın büyülemesi gibi mimari de beni büyülüyor. İnsan doğadan aldığı malzemeleri zamanla geliştirdiği inşa teknikleriyle birleştirerek yapılar ve kentler inşa ediyor. Bu bakış açımı kesinlikle aldığım eğitim, büyüdüğüm, gezip gördüğüm yerler biçimlendirdi. Almanya’da ana dal Klasik Arkeoloji ve yan dal Sanat Tarihi bölümlerinde lisans/yüksek lisans yaptım. Genelde Klasik Arkeoloji alanının bittiği yerde Sanat Tarihi başlar deriz. Bunlar birbirinden beslenir. Uzun yıllar Yunan ve Roma dönemi mimarlığı, kent planlaması gibi dersler verdiğimden hikâyesini yazacağım antik kenti, atmosferini kafamda kolaylıkla canlandırabilirim. Tıkandığım yerdeyse kent planını nasıl detaylı incelemem gerektiğini ve hangi kaynağa bakacağımı bilmem önemli bir kolaylık. Ben kendimi, mitoloji ve arkeoloji birikimimle hazine sandığı üzerinde oturan, yazmaya tutkulu biri gibi hissediyorum.
Onca bilim insanı, kâşif erkek olsa da kadınlar hep daha meraklı gelmiştir bana. Arete, erkek kardeşi Kidas’a göre daha meraklı. Ninelerinin mirasını Arete taşıyor. Aynı şekilde Crispina da kocasına göre daha meraklı. Romanınızda neden kadınlar daha aktif, mücadeleci ve meraklı?
Evet haklısınız, yazdığım öykü ve romanlarda başkahramanlarım onlar. Kadınlar kurguladığım hikâyelerin omurgası, bel kemiği. Derslerimde ve öykü yazarken mitolojik dişil kahramanlarımın antik toplumdaki rolleri, değersizleştilmeleri ve erkeğe bağımlı hâle getirilmeleri hakkında oldukça kafa yordum. Bir ergen genç kızın değişken karakterinin özellikleri, merakı, canlılığı ve gençliği antik metinlerde de sıkça işlenir. Klasik Yunan ve Roma toplumlarında kadınların hakları erkeklere göre sınırlıydı. En çarpıcı örnek olan Atina demokrasisi ve Roma cumhuriyeti sadece özgür doğmuş soylu erkek yurttaşlar için bir ayrıcalıktı. Bütün bu şartlarda ister kız kardeş, kız çocuk, ister eş ve anne olarak kadınların mücadele etmeyi öğrenmeleri gerekiyordu. O yüzden Arete, Tomyris ve Crispina Klasik Çağ toplumu kadının yansıması kabul edilebilir. Günümüze kadar benzer özellikler süregelmiştir. Kadınlar eskiden beri yılmazlıkları yanında meraklı, aktif olmak zorundalar yoksa nasıl hayatta tutunacaklar.
Kitabın satırlarında kaybolurken sık sık bazı soruları okurun zihninde uyandırıyorsunuz, yani okura bu soruları düşünmesi için fırsat yaratıyorsunuz. Mesela ben, hazinedar Myron’un envanter kayıtlarını niçin sakladığı üzerine kafa yormuştum. Bir zaman sonra o soruların cevabını bulmak, okurun kitapla sarmal bir bağ kurmasını sağlıyor. Bu anlarda sanki yazarla spiritüel bir etkileşime girmiş hissine kapıldım. Romanı yazarken okurun zihninde hangi sorular oluşabilir diye düşündünüz mü?
Bu bazen yorucu olsa da önce kendimi zorlamayı seviyorum, sonra da okuyucuyu. Kurguyu oluştururken bilinçli satır aralarına belirsizlikler, sorular doğuracak gizem duygusunu katarım. Okuyucum her şeyi açıklanmış önünde hazır bulunca romanın heyecanı kaybolur diye tedirgin olurum. Meraklı ve kâşif ruhlu okuruma alan açıp, o labirentte dolaşmasını arzuluyorum. Böylelikle hikâye kitap olduktan sonra bile yazar ve okuyucu sayesinde zihnimizde yazılmaya, evrilleşmeye devam edebilir.
Evet, daha ilk bölümden itibaren yazarken belli kısımlarda okurumun kafasında acaba hangi sorular doğabilir diye düşünmüşümdür. Tarihsel roman için yalnız kurgu değil tarih, arkeoloji ve mimari öğeleri bir arada kullanmak ister istemez küçük kara delikler oluşturabilir. Taslaklarımın üzerinden geçerken gözden kaçırdıklarım vardır. Çünkü hem yazar hem de arkeolog olarak benim için anlaşılır olan başkası için olmayabilir. İlk okuyucularım eşim ve kızım pusula gibi yön gösterdiler. Tabii editörlerim Mehmet Erkurt ve Ceylin Aksel, profesyonel bir gözle okurun zihninde oluşturduğum soruları dozunda ayarlamamı sağladılar.
İnsanlık tarihine baktığımızda gizleme isteği her devirde etkili olmuş. Romanınızda bu eğilimin, gizli su sarnıcında bulunan kodeksler aracılığıyla yansımalarını görüyoruz. Bu eğilim aslında bir yandan gizlerken bir yandan da bilinme isteğini barındırmıyor mu? Yazma eylemini buna benzettim. Bir yazar için gizem ve kendi yazdıklarının gizeminin çözülmesi nasıl bir deneyim? Siz bu süreci kitap okurla buluşmadan önce ve okurla buluştuktan sonra nasıl yaşıyorsunuz?
Doğru, kendi içimizde tutarsızız galiba. Kitabı yazarken çoğu yazar gibi ben de kapanırım, yani bir süreliğine yalnızlığa, geriye çekilmeye ihtiyacım var. İster buna gizlilik ister saklanma deyin. Önce yaratmaya çalıştığım metinle cebelleşmeliyim, bu ancak kutsalmışçasına dizayn ettiğim ortamda olabilir. Ne zaman kurguda şifreleri, ipuçlarını doğru yerleştirip birbirine bağladıysam gizemi ilk çözen olurum. İlk taslağı ortaya çıkardığımdaysa dış dünyaya kısa süreliğine geri dönerim. Romanım okurla buluştuktan sonra merak duygusu baş gösterir. Acaba yerleştirdiğim sembolleri, ipuçlarını takip ederken (ki okurumun bu izleri bulmasından hiç şüphe duymadım) heyecanla, bir oyunun parçası gibi keyif alacak mı, diye.
Eski çağlara ait öğelerin uzmanlık gerektiren terimler ve sözcükler kullanılarak anlatıldığı romanda, zaman zaman kitabın sonuna eklenen sözlüğe bakma ihtiyacı hissettim. Kitabın sonuna eklenen dönemin siyasal, kültürel ve tarihsel bağlamına dair verilen bilgiler de okura yol gösterici olmuş. Romanı, anlattığınız dönemin ve konunun ağırlığından kurtaran en önemli şeyin kullandığınız dil olduğunu düşünüyorum. Başımıza taş yağacak değil de “başımıza şimşek yağacak” (s.108), Allah bilir değil de “Merkür bilir” (s.144) ifadeleriniz sayesinde o dönemdeki çok tanrılı inanış ya da insanların doğayı algılama biçimi, döneme uyarladığınız dil sayesinde okurlar tarafından anlaşılacaktır. Ayrıca betimlemelerinizdeki mizah da dikkat çekici. Bu dili oluştururken hangi hususlara dikkat ettiniz? Endişeleriniz oldu mu?
Güzel yorumlarınız için teşekkür ederim. Aslında daha çok eski Yunanca veya Latince terim kullanmak isterdim. Ama bir yerde kendimi kısıtlamak zorundaydım. Birinci bölüm için aklımda bazı terimler vardı ama her şey kararında olsun deyip vazgeçtim. Mesela ornatrix (Romalı soylu kadınların özel kuaförü) ve posticum (evin gizli arka kapısı) gibi. Bir yerden sonra okuyucunun sayfalarca sözlükle boğuşmasını arzu etmem.
Mizah duygusuna gelince Romalılar ağır abileri gibi duran antik Yunanlara göre bana daha komik gelmiştir. Belki de Romalılar çok fazla antik yazın, kaynak geride bıraktıkları içindir. Bu mizah duygusu, öğrencilikten bu yana arkeolojiyle geçen 35 yılda antik Yunan tragedyalarına, komedyalarına ve Romalı yazarların eserlerine aşina olmaktan geliyordur. Bu dili oluştururken bilimsel yanı için endişelerim olmadı. 23 yıldır arkeoloji öğrencilerine dersler veriyorum. Öğretiyorum ve öğreniyorum, artık bu birikim doğal şekilde yerini buluyor. Üslup açısından olabildiğince yalın ve mizaha yer açmak adına yorucu laf kalabalığında uzak durmaya çalıştım.
Anlattığınız dönem tam da tanrılar ve insan muhayyilesinin uydurmaya ve olağan dışına yönelmesine çok uygun bir dönem. Romanda neden olağan dışı bir olay ya da öge yok?
Haklısınız, çok yerinde bir tespit. İlk kitabım Kilikya’nın Son Korsanları hem tarihsel hem de fantastik türden sayılır. Daha ilk romanımda tüm bu öğeleri bir kotada eritmenin ne kadar dikkat ve özen gerektirdiğini deneyimledim. Aslında ben çocukluğumdan beri bilimkurgu, fantastik edebiyata düşkünüm. İlk yazma deneyimim şiirlerle başlamıştır. Onlar da Homeros’un, klasik mitolojinin ve Melih Cevdet Anday’ın etkisindeydi. Öykü yazma fikriyse derslerimde mitolojik kadın figürlerin ikonografilerini ve mitlerini doğruca kaynağından, yani vazo, rölyef sahnelerini analiz ederken, yorumlarken ortaya çıktı. Buna antik sanatla içli dışlı olmanın şansı diyebilirim. Elayussa’dan Kaçış’a başlarken yine antik dönemde farklı karakterler, olaylar ve kentlerle tarihsel macera serisine devam etmeye karar verdim. Ancak bu defa olağan dışı öğelerin hikâyede tarihin, kurgunun ve antik mimarinin önüne geçmesini istemedim. Zaten 2000 yıl öncesi bir zamanda gezinmek kurguya belli belirsiz bir gizem, sıra daşılık katıyor. Yine de her an olağanüstü olaylar, öğeler barındıran bir roman yazma kararı verebilirim.
Julius Perperna Tomyris Nine’ye “Pergamon’un tarihi belleği gibisiniz.” diyor. Bununla romanda anlattığınız dönemden kalan eserler ya da eşyalardan daha önemli bir şeye işaret ediyorsunuz. Romanı yazarken insan hikâyelerine nasıl ulaştınız?
Helenistik Krallıklar, Pergamon ve Anadolu’nun Roma tarihiyle ilgili bilimsel kitapların (Felix Pirson ve Oğuz Tekin ve diğer konun uzmanları gibi) dışında insan hikâyelerine giden kaynağa ulaşmak için en iyi yol antik çağ yazarlarının eserleridir. Örneğin biyografi yazarı Plutarkhos’un Paralel Yaşamlar adlı eserinde Julius Caesar’dan Büyük İskender’e kadar birçok ünlü kişiyi anlatırken arada çok ilginç yaşam hikâyelerine de rastlıyorsunuz. Tabii arkeologlar, Eskiçağ tarihçileri ve klasik filologlar konuya göre nerede, ne arayacaklarını bilirler. Örneğin Anadolu’nun Roma dönemi için Genç Plinius’un Anadolu Mektupları, coğrafyası için Strabon, Almanya için Tacitus ve J. Caesar’ın Galya Savaşları, mimarlık ve ansiklopedik bilgiler için Vitruvius ve Yaşlı Plinius’un Doğa Tarihi eserleri akla gelebilir. Aslında tarihin babası Herodot ile başlayıp Romalı yazarlara kadar harika kaynaklar var, çoğu orijinal metin Yunanca ve Latinceden Türkçeye harika çeviriler. Mitoloji de insan hikâyeleri için harika bir kaynak, özellikle mitlerin betimlendiği arkeolojik eserleri, kabartmaları veya duvar resimlerindeki sahneleri analiz edip yorumlayabildiğinizde tüm öykü resimli kitap gibi karşınızda beliriveriyor.
Pergamon’un Kayıp Hazinesi’nin hikâyesi bitmiş olsa da Pergamon gibi ilham veren kentlerde hikâyeler bir yerlerde kımıldamaya, aramızda dolaşmaya devam eder. Okur olarak kitabın devamı gelecek mi, merak ediyorum.
Dediğiniz gibi müzelerle beraber ülkemizdeki antik kentler içlerinde barındırdıkları her şeyle ilham verici. Bu kimi zaman pek de farkında olmadığımız ancak yakınımızda olan bir zenginlik. İlham veren kentler izin versek bizimle konuşabilir ya da dinleyebilir. Neden mahrum kalalım böylesi bir güzellikten?
Herhalde çoğu yazarın içinde romanı yazmayı bitirdikten sonra hikâyeye veda etmek adına bir burukluk doğuyordur. Romanlarımdaki hiçbir karaktere veda etmek istemem. Bir taraftan da okuyucuya ulaştıktan sonra özgürlüklerini kazanmışlar gibi düşünüyorum. Bu beni avutuyor. İlham veren her antik kentin yeri de ayrı bende. Sanki romanlarımla bir benlik kazanıyorlar. Elayussa’ya ve Pergamon’a özel bir bağım oluştu. Ama her yeni projede ilgim yeni bir antik kente kayıyor. Bir sonraki henüz sır. Pergamon’un Kayıp Hazinesi’nin devamı gelir mi? Niye gelmesin. Gelirse belki farklı bir antik kentte. Tabii zamanın getirdiklerine göre yayınevim Can Çocuk ile beraber üzerinde düşünebiliriz.