Dil felsefesi bağımsız bir disiplin olarak 20. yüzyılda ortaya çıksa da dil üzerine yazılıp çizilmesi çok daha eski dönemlere uzanır. Dilbilim ve göstergebilim çalışmaları, doğup geliştikleri dönem itibariyle modern ve modern öncesi dönemlerin mirasını en hafif ifadeyle sorgulayan bir anlayışla yola çıkar. Bu da bu çağa gelene dek dilin varlık ve onun hakkında dile getirilen bilgi bağlamında ele alınmasından daha geniş bir alan sağlar. Platon’dan Wittgenstein’a dil, ‘ne ise o olan’ı adlandıran bir sistemdir. Wittgenstein “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” derken düşünebildiği ölçüde özgür olan bireyden bahsetmez. Vurguladığı -tıpkı öncüllerinin yaptığı gibi- bir “hakiki varlık” ve onun çizdiği sınırlar içinde etkinlik sahibi olabilecek bir yapıdır. Dilin bir mutlaklığı tescilleyen yapısı, devreye muğlaklığın sokulmasıyla bozulur. Böylece farklı okuma olanakları, edebiyat dışındaki alanlarda geliştirilmiş özel diller söz konusu edilir.
“Aramızdaki Şey”, sınırları saptanmış, verili tanımlara sahip bir alanda; tanımları zorlayan, genel’in yerine biricikliği öne çıkaran, bunu yaparken de birkaç bakımdan dile yaslanan bir öykü. Metin, aynı zamanda öykünün anlatıcısı olan bir kadın karakter ile ondan yaşça küçük, öğrencisi olmuş bir erkek karakter arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Öykünün adı, konunun ilişki olduğunu söylerken belirsizliğe de gönderme yapıyor. “Şey”in belli ettiği belirsizlik ve bu sözcüğün sadece dilde varlık alanı bulan bir işaret olması öyküyü dil bağlamına oturtuyor.
Kadın, üniversitede yazma üzerine dersler veren ve kocasının adı Turgut olan bir yazardır. Bu ipuçları okuyucuyu doğrudan yazarın kendisine götürse de Tomris Uyar’ın kurduğu yapının sağlamlığı metni özyaşamöyküsü değil, öykü olarak ele almayı zorunlu kılar. Bu kimlik bilgileri dedikoduya meraklı okura kurulmuş bir tuzaktır belki de. Erkek ise yazara hayranlıktan beslenen bir ilgiye sahiptir. Anlatıcı’nın Almanya’da geçirdiği birkaç günde yaşananlar ile geçmiş yaşantıların yardımına başvurularak ikili arasındaki ilişki dil düzleminde ele alınır.
“Aramızdaki Şey” dokunaklı, belki acıklı konusunun yanında Tomris Uyar’ın dili kullanışı ve konumlandırışı bakımından da sarsıcı bir etkiye sahiptir. Öncelikle “adı koyulmamış ilişki”den farklı bir bağlam çizer yazar. Kadın ile Erkek arasında yıllar içinde gelişen dile odaklanır. “Şey” diyerek adını da koyar üstelik. Aralarında olanı hiçlik sahasından çıkarıp varlık sahasına taşır. Yaptığı örtülü bir belirtmedir. Ancak örtü, gizlemek yerine tıpkı heykeldeki kaide veya resimdeki çerçevenin üstlenebileceği öne çıkarma özelliği de gösterir. Saklı olanın bulunmasına ilişkin bir kazıya davetlidir okuyucu. Tomris Uyar, bu “şey”i anlatırken dili yerden çok yüksekte gerilmiş bir ip gibi ele alır. Karakterlerse ancak bu ip üzerinde birbirleriyle ilişki kurabilecek yapıdadır. Böylece dil hem ilişkinin varlık nedenidir hem de kuvveden fiile geçmesini zorlaştıran başlıca öge.
Dil, bir tanımlar ve kurallar bütünüdür. Her adın bir tanım olduğu, tanımlarınsa hakkında oldukları nesne, durum, duygu, olgu vb hakkında sınırlar çizdiği düşünüldüğünde adlandırmak günlük hayatı sürdürmenin başlıca koşulu olarak belirir. Bahsedilen şeyle ilgili tarafların zihninde ortak tanım bulunmaması iletişim olanağını ortadan kaldırır. Ancak söz konusu olan kişi-kişi ilişkisi olduğunda yeni tanımlara gereksinim doğar. Sosyolojinin konusu olan rol ve statü kavramları kişisel yaşam için olsa olsa birer engeldir. Yetkileri ve sorumlulukları herkesin kabul ettiği şekilde görerek yaşamaya kalkmak kimi zaman düzen sağlamaz. Düzenin istendik, kaosun kaçınılması gereken kavramlar olduğuna inanmak da sosyalleşmeyle edinilen tanımlar üzerinde bir daha düşünmemeye iter. Oysa her bireyi bir dünya olarak görerek iki bireyin arasında, onlardan yarı bağımsız bir dünya daha yaratılabileceği düşüncesi “Aramızdaki Şey”in dikkat çekici bir saptamasıdır. Bu dünya haliyle dille inşa edilecektir.
Öykü, Erkek’in Kadın’dan aralarındaki ilişki üzerine, tarif ettiği temalarda dolaşan bir öykü yazması isteğine, Kadın’ın bunun Duras’ın Mavi Gözler Siyah Saçlar’ına benzer bir metin olacağı yollu itirazıyla açılır. Erkek, kitaptaki ilişkinin ve kişilerin kendilerine benzer olmadığını söyler. Daha ilk cümleden yazı ve dil ile gerçek hayat arasındaki ilişki sorgulanır. Anlatmak için kurulu dünyanın verilerine başvurmanın, benzetmelerin, mecazların konumu tartışma konusu edilir. Biraz ileride “Villamsı evlerin pancurları inikti, küçük bahçeleri bakımsızdı ama bütün bu yoksulluğa, ıssızlığa inat, son model arabalar duruyordu” cümlesinin yer alması rastlantı değildir. Verili dünyanın ‘saçma’lığı yine dil içinde kalarak, karşıtlık kavramıyla ortaya koyulur. Yazar “Beni gün ışığına çapraz düzen bu kafeye getirmesi bir şey demek olsa gerekti” diyerek ilişkinin çözülmesi gereken bir dil olduğunu da gösterir.
Bir tezgahtaki gece elbisesi hakkında “üçüncü bir olasılığı düşünemeyen” yazara üçüncü halin imkanı Erkek tarafından gösterilecektir. Burada Aristoteles mantığının ünlü “Üçüncü halin imkansızlığı” kuralı delinir. Dil, düşünmenin aracı olsun, belirleyicisi olsun ikili yaklaşım üzerine kuruludur. Üçüncü durumlar ayrıksı kabul edilir. Tomris Uyar iki kişi arasında gelişen dilde bu kurala yer olmadığını vurgular.
Ulusal diller de öyküde kendilerine yer bulur. İki karakterin anadili de Türkçe’dir. Erkek bir süredir Almanya’da bulunmasından dolayı Almanca konuşmaktadır. Kadın, Erkek ve Erkek’in karısı arasında ise İngilizce konuşulacaktır. Dil içinde farklı dillerin varolabileceği görüşü, bir üst örneğe başvurularak gösterilir böylece.
“Aramızdaki Şey”de dilin toplumsallıktan sıyrılarak özelleşmesine örnek olarak ikili arasında sizli-bizli bir saygı uzaklığından senli-benli bir samimiyete ulaşmaları gösterilebilir. Bu süreçte aralarındaki öğretmen-öğrenci ilişkisi sonlanmış, daha önce Kadın’ın evine gitmeyen Erkek artık Kadın ve kocasının sofrasına oturur olmuştur. Biçilen rollerden adım adım sıyrılan karakterlerin birbirlerini “kozalarından çıkarma”ya çalıştıkları da vurgulanır. Bu metafor, aralarında oluşacak özel dille anlaşmak, yeni bir alanda bir arada olmaktan çok çıplak temas isteğini ortaya koyar. Önce verili dil ve onun getirdikleri yıkılmalı, sonra yepyeni bir dil oluşturulmalıdır. Bunu başarmanın kağıt üzerindeki kolaylığına karşın pratikteki zorluğu Berlin’in iki yakası üzerinden dile getirilir. Fiziksel olarak aşılması güç olmayan bir su parçasının iki yakası başka devletlere aittir. Karşıya geçmek tehlikeli ve yasaktır. Aynı kentin, doğal olarak birbirine ait olması gereken iki parçası arasında dış dünyanın çizdiği, aşmak için karşılaşılacak yaptırımları göze almak gereken bir sınır vardır. Belki bu sınırın varlığı, belki de sınırı aşmanın karşı tarafta yaratacağı tahribat yüzünden Erkek Kadın’la tekrar görüşmek istemediğini söyler. Üslubu kırıcıdır. Onun kendisiyle görüşmek istememesini sağlamaya çalışır. Yani aracı yine dildir.
Öykünün sonunda Kadın’ın, Erkek’in ölüm haberini aldığını öğrenir okuyucu. Kadın başa dönerek aralarındaki şeyin ne olduğunu sorgular. Erkek’e yönelen bir soruyla kapanır öykü: “Sen o şeyi çözebilmiş miydin?” Aslında metin boyunca çözmenin, çözme yolunda gitmekten, her an onun üstünde durmaktan daha önemli olmadığı anlaşılır. Ölüm, yani dilin varlığının ortadan kalkarak suskunun başladığı noktaya yöneltir yazar sorusunu. Yanıt istemeyen, verilecek herhangi bir yanıtın “şey”in üstündeki örtüyü kaldırarak eseri bozacağını bilerek.