“Çocuklarımıza ve onların çocuklarına bıraktığımız yükün, hatırlamalarını istediğimiz şeylerin bir sınırı olmalı. Onların kendi dünyaları olacak, biz bu dünyada mümkün olduğunca az yer kaplamalıyız.” J.M. Coetzee'nin mükemmel bir kurguya sahip kitabı Romancının Romanı...
Romancının Romanı, gerçekten bir romancının romanı. Erkek bir yazarın kendini yaşlı, huysuz, ününü bolca “esinlenmeye” ve “çoksatan” kitaplara kazanılmış ödüllere borçlu, ailesiyle her daim sorunlu bir kadın olarak kurgulamasına şahit oluyoruz. Kitap, Elizabeth Costello adlı bu karakterin çeşitli ülkelerde, pek çeşitli konular hakkında verdiği konferanslar etrafında şekilleniyor.
Coetzee, romanda bahsedilen konferansların bazılarını gerçekten vermiş. Bunlara yaptığı bazı eklemeleri saymazsak, içlerinde birebir olanlar dahi var. Kitabın bölümleri de bu sekiz derse göre ayrılmış. Okura düşünecek pencereler açan oldukça akıcı bu konferanslar, tüm genel geçer ahlakımızı gözden geçirmemize; satırları anlamak için değil, üretmek için tekrar okumamıza neden oluyor.
Kitap roman etiketiyle raflardaki yerini aldığında yazılan şeyin bir roman olup olmadığı uzun tartışmalara sebep olmuş. Anti-roman bile denmiş. Çünkü görünüşte, karşımızdaki bu yapıt apaçık bir felsefe kitabı. Fakat bahsedilen fikirler, bir karakterin ağzından dökülüyor, üstelik karakterin korkularına, ilişkilerine, özel hayatına dair birçok şey öğreniyoruz. Olay örgüleri birbirine bağlanıyor, bizi heyecanlandırıyor. Coetzee’nin tüm kitaplarında olduğu gibi mükemmel bir kurguya kapılıp gidiyoruz.
Bu münakaşa aslında pek mühim ve yıllardır özellikle felsefeciler ve eserleri çerçevesinde tartışılıyor. Felsefi eserlerin zor okunur ve dayatır nitelikle olması ile “felsefeci” romanlarının eksik olması argümanları sürekli çarpışıyor (Buradaki genellemenin altını doldurmak için Camus’nün eserleri örnek verilebilir.) İşte Coetzee tam bu noktada, muharebe meydanındaki tüm sınırları -zemin dâhil- kırıp geçiyor. Felsefeyi kurguya yedirip, tezi emirden ayırıyor. Kolay kolay eleştirilemeyecek bir eser ortaya koyuyor. Bunla yetinmeyip; kendi kurgusunu yeriyor: "Gerçekçiliğin fikirlerle arası hiç iyi olmamıştır. Bundan başkası beklenemez zaten: Gerçekçilik, fikirlerin özerk bir varlığa sahip olamadığı, ancak başka şeylerin içinde var olabildiği düşüncesi üzerine kurulmuştur."
Kitabın en etkileyici özelliklerinden biri de bu. Şüphesiz Costello yazarın fikirleriyle dolup taşıyor, hatta bir mahlas halini alıyor. Fakat karşıt görüşler de bir o kadar sağlam ve ayrıntılı. Biz, küçükken tek başına tavla oynayıp, gizliden gizliye renklerden birine taraf olan çocuklar, romanın tarafsızlığı karşısında şaşa kalıyoruz.
John Maxwell Coetzee’nin hayatına kısaca değinecek olursak: 1940’ta Cape Town’da göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İngiliz okullarında İngilizce eğitim gördü. Eğitimini Amerika’da tamamladıktan sonra memleketine döndü ve emekliliğine kadar okuduğu Cape Town Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalıştıktan sonra Avusturalya’ya yerleşti. Barbarları Beklerken, Michael K. Yaşamı ve Yaşadığı Dönem gibi kült romanları ona 2003 Nobel Edebiyat ödülünü kazandırdı. İki defa da Man Booker Ödülünü aldı. Halen Avusturalya’da yaşıyor, yazıyor.
Dersler arasında en ilgi çekici olanlardan biri de "Hayvan Hakları" tartışmaları. Bu bölümler zaten birebir Coetzee’nin verdiği röportajlardan, konferanslardan derlenmiş ve ilk dillendirildiği günden beri büyük sansasyon yaratmış. Yazar insanların kendilerini hayvanların yerine koyamamasını, Nazilerin kendilerini Yahudilerin yerine koyamamasına benzetiyor. Meseleyi, ya Nazileri meşru kılacaksın ya da bakış açını değiştireceksine getiriyor ve romanda da gerçekte de tartışmaların ardı arkası kesilmiyor.
Romanda, doğup büyüdüğü ve edebi kişiliğini yaratan Afrika meselesinden de bahsediyor: “İngiliz romanı her şeyden önce İngilizler tarafından İngilizler için yazılmıştır. Onu İngiliz romanı yapan budur. Rus romanı da Ruslar tarafından Ruslar için yazılır. Ama Afrika romanı Afrikalılar tarafından Afrikalılar için yazılmıyor… …Sizin sorununuzun kökeni buymuş gibi geliyor bana. Yazarken bir yandan da Afrikalılığınızı sahnelemek zorunda kalıyorsunuz.”
“Yazarlık da böyledir. Bu alanda iş bitirmek için, inanılması gereken şeye inanmak gerekir.”
Bunların yanı sıra, yapıtın en çok roman olduğunu hissettiğimiz, inanç meselesinin tartışıldığı bölümler dikkat çekiyor. Kendini yoksul ve hasta çocuklara adamış rahibe kardeşini ziyareti sırasında gerçekleşen diyaloglar, kolay sindirilir cinsten değil. Pek şaşırtıcı bir sonla biten kitapta, bir yazarın hiçbir şeye inanmadığına fakat tüm inançlardan yeri dolmayacak ölçüde beslendiğine değiniyor.
Coetzee’nin diğer kitaplarında da karşımıza çıkar Costello. Yazdığı şeyle bir derdi olduğunda, kurguyla başa çıkamadığında, emin olamadığında, yazar tüm samimiyetiyle olaya dâhil olur. Tabii Elizabeth Costello olarak. Bu nedenle; kitabı alıp da keyifle okuyacaklar için, hemen arkasından Yavaş Adam’ın edinilmesi de samimiyetle önerilir.
Romancının Romanı
Özgün adı: Elizabeth Costello: Eight Lessons
Yazar: J. M. Coetzee
Çeviri: E. Efe Çakmak
Can Yayınları
2. baskı: Mart 2013
Eserler: Vladislav Mitrichev, Paweł Franik