Bacıyan-ı Rum geleneğinden Gülten Akın Türk şiirinin en incelikli sesidir, şairidir, ince bilgesidir.
Bazen çocukluklar karışır, bu rüzgarların karışması, şiirlerin karışması gibidir, iyidir. Bazen yağmurlar da karışır diyeceğim ama, galiba daha çok onların imgesidir karışan, üstelik çocukluk, rüzgar, şiir gibi birbirine de karışmaz, aşka karışır, gözyaşına karışır, şaraba karışır ve suyun çatlağını bulduğu gibi yağmur da, erişebileceği en hakikatli şeye, bir Gülten Akın şiirine karışır.
Bunları yazınca da yağmur olup bir Gülten Akın şiirine karışmak, aslına dönmek istiyor insan. İsterseniz buna ‘kavuşma’ diyelim. Necatigil’in “Bazı şiirler bekler bazı yaşları” dizesine haklılık kazandıran bir şair Gülten Akın, bazı şiirler de onu beklemiş çünkü, o gelince şiir olmuş öyle çok şey var ki! Kadınlar var önce, ince kızlar, deli kızlar, aydınlıklar, rüzgarlılar, nişanlılar, yüklüler, çocuklular, sürgünler, Seyran’dakiler, Mamak’taki mapus anaları var.
Yağmurun sesi adımlarıdır ya, işte o sesin yürüyüşü boyunca, ve o sesin içinde sevdiğimi düşünürüm onu. Ama zaman Oktay Rifat’ın “yağmur bacaklı kız”ı sanki, nerdeyse 40 yıl olmuş ve o yağmur hiç yorulmamış, galiba hiç de durmamış, dinmemiş, Bazen de onun ‘Deli Yahudi’si gibi, hep başladığı yere dönüyor ve çemberin içinden hiç çıkamıyor insan. Ben hala “Yağmur yağmur bu neyi anlatır” dizelerinin peşindeyim.
O yağmurla karşılaştığımda 12 Mart günleriydi, ben lise öğrencisiydim. Akrabası olan bir arkadaşımla onu görmeye Türk Dil Kurumu’na gitmiştik, hayatımda ilk gördüğüm şair Gülten Akın’dır. O yüzden akraba sayarım kendimi onunla.
Ben yağmur derim, biri onu rüzgar anlar. Biri sabırdan söz eder ben onu bir gülümseme sanırım. Yanlış mıdır? Evet, ama şiire yanlış gelmez. Hele Gülten Akın şiirinde birbirinin yerine geçen öyle çok şey vardır ki, bir şiirin de hem bu kadar ince hem de bu kadar dayanıklı oluşuna, hem hiç dinmeyip hem sessiz akışına şaşarsınız. İşte o zaman ‘bilgelik’ diye bir erdemin varlığına sevinirsiniz. Gülten Akın’ın hiç resmini görmemiş olsanız da bir şiirine bakarsınız, dizelere göz gezdirirsiniz, resim yavaş yavaş belirir şiirin içinde. Hayatın içinde. Hakikatın içinde.
Aşkla karıştırmıştır, aşkla karşılamıştır her şeyi. Sessizlik, sakinlik, sabır, sevgi, samimiyet, sözünün sahibi olmak ve onu bunca yıldır eğilip bükülmeden taşımak bir aşk hüneridir çünkü. Yozgat’tan çiğdem pilavına, cumhuriyetten demokrasiye, eşitlikçi ve özgür bir Türkiye ve dünya düşüne, sesi ve sessizliği olduğu kadınlara, yoksullara, direnenlere, çocuklarına, bu ülkenin çocuklarına, gençölenlere duyduğu aşkla ve duyduğu şiirle varmıştır o ince bilge makamına.
Sevdiğim şairlere çeşitli dersler yakıştırmıştım, coğrafyadan tarihe, matematikten kimyaya, Gülten Akın'sa okulda değil ama dışardaki bir dersin, hayat bilgisinin öğrencisiydi, öğretmeniydi. Onun ilk şiir kitabı Rüzgar Saati’nden (1956) son kitabı Celaliler Destanı’na (2007) ve günümüze, yarım yüzyılı aşkın bir zaman. ‘Sarayın sessizliği’ni anımsatan kadınların dilsizliğinden bir sesin önüne düşmeye, acılara, kıyımlara, yıkımlara, yakımlara, şehirlerin kırılmasına, değerlerin yitimine ağıt yakmak yerine ince bir itirazı yazmaya, işkencedeki kızların ve oğulların çığlıklarını bir yakarı gibi ‘ilahi’lere dörüştürmeye, hem kadınlığıyla, hem anneliğiyle, hem eylemciliğiyle hem şairliğiyle yakın oldu, içinde oldu, tanık oldu, gördü, duydu, acıdı, yazdı.
Şiirin bir ‘annelik sanatı’ olduğunu da o gösterdi, yalnızca kendi çocuklarına değil elbet. Beş çocuğu var, çok anne oluşu yalnız bundan değil elbette, ‘şair ana’, ‘şairler annesi’, ‘şiirimizin öz annesi’ diye de anılıyor ama, o içerde 8 yıl yatan oğlu Murat’ın annesi olduğu kadar, 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’in de annesi, ODTÜ kapısında jandarmanın arkasından vurduğu arkadaşımız Ertuğrul Karakaya’nın da annesi, polisin vahşice döverek öldürdüğü gazeteci Metin Göktepe’nin de annesidir. ‘Eylül anneleri’ndendir, ‘Cumartesi anneleri’ndendir: “ülkem dilim oldu, ben böyle kaçak/ onların dilini giyinmiyorum/soyunmuyorum/şiir söylüyorum dışardan dışardan”.
Ömer Erdem “Gülten Akın” şiirinde: “gülten akın o gece hiç uyumadı/bir çağ düşledi hiç olmamış şiirden başka/şavşatın oralardan çıkıp gelmiş bir işaret şimşeği/.../bilirdi görgüleri su soyundandı çiğdem pilavı/o buğulu ses kanatlarıyla inmiş türkiyeye/ çakalın hainliğini de görmüş/erkeklerin serinliğini de/.../bir çağda durduk işte/sokakta yalnız gezdi gölgemiz//ne zaman umudumuzu kanatsa birileri/kalkar geliriz sesimizden/ayrılıklar değil mi bizim evimiz”diye yazıyor ve kendisini son yıllarda en mutlu eden şeyin Gülten Akın’dan gelen telefon olduğunu söylüyor: “Üç beş cümlelik ama ömür değerinde, uzunluğunda.” “Ah kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri anlamaya” dese de onun şiiri hem inceliklerin hem de şiirin ömrünü uzatıyor. “Göğü gördüm imkana tutuldum düşü sevdim” dizeleriyle de kadınların göğünü genişletiyor.
Bacıyan-ı Rum geleneğinden Gülten Akın Türk şiirinin en incelikli sesidir, şairidir, ince bilgesidir.