Marcel Proust’un John Ruskin’in Susam ve Zambaklar kitabı için yazdığı ön söz, aynı zamanda da Kayıp Zamanın İzinde’nin bir provası olan Okuma Günleri kitabı üzerine bir yazı.
Okumalıyız. Okuyalım. Çünkü yüzyıllar öncesinde yazılmış bir metin, bir paragraf veya yalnızca bir cümle, bizi bugün yaşadığımız sıkıntılı bir durumun içinden çekip çıkarabilir ya da anlamamızı, hakikati en çıplak hâliyle anlamamızı sağlayabilir. Az buz bir şeyden bahsetmiyorum, şartlar ne olursa olsun, yıllar geçse de 80 milyonluk bir ülkede kemikleşmiş okur sayısının 30 bin olduğunu düşünürsek okumak, okuma eylemi, okuma edimi hakikaten de yaşamın en önemli parçası olma özelliğinden hiçbir zaman, hiçbir şey kaybetmeyecek. Belki John Ruskin, Marcel Proust, Franz Kafka, Virginia Woolf, Robert Musil, Yaşar Kemal, Leyla Erbil, Sait Faik, Sevgi Soysal gibi okur-yazarlar gelmeyecek bir daha dünyaya ama okumak varlığını sürdüren en başat edim olarak yolculuğuna devam edecek.
Doğu Batı Yayınları tarafından yayımlanan Marcel Proust’un Okuma Günleri (çev.: Murat Erşen) kitabı tam da okuma ediminin kendisini, bizzat kendisini, hakikatle ve tam manasıyla içerden bir gözle kendisini yansıtacak denli öznel bir bakışla mercek altına alınması sonucunda yazılmış. Okuma üzerine yazan kişi Marcel Proust olunca kitap bittiğinde Kayıp Zamanın İzinde yolculuğunun nasıl ortaya çıktığını anlamış olmakla beraber, -fakat asıl olarak- okuma ediminin bir eseri yazma eylemine nasıl dönüşebileceğini anlıyor, üstelik sürekli değişen zamanın içine, önemini hiç kaybetmeyecek bir eser bırakabilmenin değerinin neyden kaynaklandığını tüm hakikatleriyle kavrıyorsunuz. Okumak. Bu edimi gerçekten çok severek ve tam manasıyla kendini vererek okumak. Kitabı okurken şunu da anlıyoruz ki bu gerçekten zor ve meşakkatli. Sandığımız kadar kolay bir edim değil okumak ya da herkesin tam manasıyla okuma edimini başarabilmesi. Okuma Günleri kitabı okurlar tarafından ilgi görmeyen bir kitabın ardından yarım kalmış bir metin denemesi ve hiç bilmediğin bir dildeki bir kitabı çevirme girişiminin sonucu ortaya çıkmış ve bu zorlu etaplar sonuç olarak Marcel Proust’u dünya edebiyatına kazandırmıştır.
Okuma Günleri çevirmenin ön sözüdür aslında, yani Marcel Proust’un. Çevirisi yapılan metnin adı Susam ve Zambaklar, yazarı John Ruskin’dir. Marcel Proust’u John Ruskin ile buluşturan rotanın kilometre taşları okuma, “aşırı okuma” sonucu örülmüştür ve okuma edimi ile örülen bu taşlar aslında sadece bir okur değil yazar da olan Marcel Proust’un yazar olarak bir dizi hezimetler zinciri yaşamasından kaynaklanır. 1896’da yayımlanan denemelerinin yer aldığı Hazlar ve Günler kitabının ardından Proust, 19. yüzyıl Paris’inde edebiyat ve şiirle ilgilenen, yüksek sosyeteyle ilişkisi sancılı olan genç bir adamın romanını yazmaya başlar: Jean Santeuil. Fakat Hazlar ve Günler kitabı pek tutmaz, okuyucu ilgi göstermez ve Proust’un -özellikle duygusal yatırımı- okuyucu nezdinde karşılıksız kalınca Jean Santeuil romanının tüm yazma motivasyonları bir anda yok olur. Yok olan yazma motivasyonu okuma motivasyonu üzerinden canlılığını korur ve Ruskin & Proust buluşması gerçekleşmiş olur. Fakat bu gerçekleşmenin içinde şöyle bir gerçeklik vardır: Fransız olan Marcel Proust, İngiliz olan John Ruskin’in dilini bilmemektedir. Hiç bilmediği bir dilde, o dönem Fransızcaya çevrilmemiş olan bu kitabı nasıl okuyacak, daha da önemlisi çevirmeye nasıl yeltenecektir? Okumanın imkânsızlığı ile mantık dışına da attığı bu durum nasıl olacak da Marcel Proust’u Kayıp Zamanın İzinde eserini yazmaya kadar götürecektir? Mümkün müdür böyle bir şey?
Marcel Proust’u büyük yazar yapan en önemli itki, başat unsur okur olmasıdır hiç şüphesiz ve okunulan her şeyi büyük bir dikkatle dinlemesidir. Çünkü Ruskin’in Susam ve Zambaklar eserini, bilmediği dilde kitaplar yazan bu yazarın eserini ona annesi Jeanne Clemence Weil, öğretmeni Madam Higginson ve ressam/heykeltıraş arkadaşı Marie Nordlinger okuyacaktır ve onların desteği ile Marcel Proust bilmediği İngiliz dilindeki bir eseri Fransızcaya çevirecektir. İngilizceden Fransızcaya birçok eser çeviren Bergson’un desteğini de alan Proust bilmediği bir dilde kitap çevirdiği için eleştirilerin odağında olmaktan bir türlü kendini kurtaramasa da bu konuda şüpheleri olan yayıncısını da cevap niteliğinde şunu söylemiştir: “İngilizce bildiğimi iddia etmiyorum, Ruskin’i çok iyi bildiğimi iddia ediyorum.”
Dünya edebiyat literatüründe öyle bir durum ile karşı karşıya kalınır ki; Marcel Proust’un Susam ve Zambaklar için yazdığı, okuma edimini odağa alarak kaleme aldığı ön söz başlı başına bir kitaba hatta, -okur, yazar, yayıncı, eleştirmen- yayın dünyasındaki herkesi kaplar niteliğiyle bir manifestoya dönüşür. İşte bu yüzden çevirmenin kendisi ve çevirmen ön sözleri ana dilinde var olan bir metni yabancı başka bir dilde (çevirmen adına kendi dilinde yani, yani yine ana dilinde) yeniden yaratmak ve yeniden yarattığı o metni açıklamak adına önemi tartışılmaz bir yerdedir. Edebiyat literatüründe kıtalar arası diye bir şey yoktur bu yüzden, edebiyat metinlerinin dili başlı başına bir kıta ve dünyanın tamamıdır.
“Çocukluğumuzda, yaşamadan geride bıraktığımıza inandığımız, yani çok sevdiğimiz bir kitabı okuyarak geçirdiğimiz zamanlar kadar dolu dolu yaşadığımız gün yoktur herhalde.”
Marcel Proust, Susam ve Zambaklar romanının “Çevirmenin Önsözü”ne işte bu cümle ile başlar. Okuyan Marcel Proust adına, Ruskin’in metinleri odağında “aşırı” okumanın kol atıp, uzandığı detaylar ta çocukluğa kadar götürmektedir onu. Okumak; evet, aynı çocuklukta olduğu gibi dolu dolu yaşamaya tekabül eden bir edimdir. Tam olarak okuma dünyasına dalabilme lüksü çocukluğa aittir ve yazarlıktan kaynaklı başına gelen duygusal hayal kırıklığından dolayı Proust yeniden okumaya dönmüş, hatta kendini uzunca bir süre okumaya adamıştır. Bu sürecin sonunda yazılmaya başlanan Kayıp Zamanın İzinde metni biz okuyucular için benzersiz bir hazine olacaktır, zira iki kitaptan oluşan ve bir külliyat olan Kayıp Zamanın İzinde “aşırı” okumalar olmasaydı yazılması mümkün olmayan veya yazılsa bile tarihin tozlu raflarında kalacak olan bir kitap olacaktı muhtemelen.
İlk etapta aslında küçük Marcel’in okuma deneyimlerini kesintiye uğratan anılarını okuruz. Küçük Marcel yalnızca okumak ister ama bir şekilde okumaları, eve birinin gelmesi, uzayan ve sonu gelmeyen sohbetler sebebiyle bitmez. Alanlar yaratmaya çalışır. Uzun yaz günlerinde yenen yemekten sonra herkesin odasına çekilebildiği anlar muhteşemdir. Proust’un çocuk Marcel’in izinde okuma edimine doğru bir kazı gerçekleştirmesi boşuna değildir. Ana dilinin yardımının dokunmayacağı, bilmediği bir dille yollarının kesişeceği günler çocukluğunda geçirdiği okuma zamanlarının bir nevi tekabülüdür aslında. Okumak için “ısrarla” kendine özel alanlar yaratmasaydı Ruskin ile tanışır mıydı?
“Bana gelince, ben ancak, içindeki her şeyin, benimkinden derinlemesine farklı yaşamların ve benimkine zıt bir beğeninin yaratımı ve dili olduğu bu odada, bilinçli düşüncemden hiçbir şey bulamadığım, hayal gücümün kendini ben olmayana dalmış hissederek coştuğu bir odada kendimi yaşıyor ve düşünüyor hissederim.”
Ne olmuştu? Yazmayı bırakıp, yaşarken ve düşünürken tanışmıştı Ruskin metinleriyle, öyle değil mi? Yaşamak ve okumak, okurken yaşamak veya Marcel Proust’u yerli yerinde niteleyen iki güzel kelime.
Marcel Proust, ön sözde çocukluğunun okuma günlerine istinaden uzun uzun yazarken birden cümleyi, hatta cümleye ilişkin yazdığı kelimeyi keserek şöyle bir şey yapar satır boyunca: “………………………………………………………………………………”
Evet noktalamalarla geçilmiş bir satırla karşı karşıya kalırız. Devamında cümle şuradan devam eder: “… “Kralların Hazineleri”nde, benim görüşüme göre Okuma’nın hayatın içinde neden Ruskin’in bu küçük eserde ona verdiği baskın rolü oynayamayacağını göstermeyi denemeden önce, hatırası her birimiz için bir takdis olarak kalması gereken çocukluğumuzun sevimli okumalarını tartışma dışı bırakacağım.”
Çünkü okumaların Marcel’e sonrasında da Proust’a anlatmak istediği şey salt kitapların dünyası değildir. İmgelerin dünyasıdır. O imgeler, Marcel Proust’un kafasında canlandırdığı hikâyeler, ifade biçimleridir. Ruskin ile dilsel olarak aynı boyutta olmayabilirler elbet ve baskın görüşe göre bilinmeyen bir dile çevrilemez. Fakat Ruskin ve Proust’un birleştiği şey aslında Proust’un da üstüne basarak söylediği imgeler dünyasıdır. Ancak bir yazarın girebileceği, orada ifade bulan edebi düşünce dünyası ve söylemdir. Birbirini çok iyi tanıyıp anlaşamadıklarını bildiğimiz milyonlarca insana karşılık, birbirinin dilini bilmeyen iki yazarın, imgeler dünyasında birbirini anlaması kaçınılmaz olan bir çevirinin filizlenmesine sebebiyet vermiştir. Astım hastalığından mustarip Proust’un hasta yatağından İngilizce dilini çok iyi bilen ve onu hayatının her aşamasında yönlendiren başta annesine olmak üzere kendi öz varlığına da bir başkaldırıdır aynı zamanda çevirisini yaptığı Susam ve Zambaklar metni.
John Ruskin ile bizi Marcel Proust, Marcel Proust ile bizi Proust’a ilişkin kafasında soru işaretleri bulunsa da yayıncısı tanıştırmıştır ve dillerine yabancı olduğumuz bu yazarların kitaplarını bizlere taşıyan yayınevleri (Okuma Günleri özelinde bu yayınevi; Doğu Batı Yayınları’dır) ve çevirmenler vardır. Her bir metni bize doğru taşıyan birileri vardır anlayacağınız. Ya da biri. Bir kişi bile yeter tüm bunların gerçekleşmesi için. Edebiyat bazen büyük bir okyanusa atılan küçük bir taş gibi gözükebilir ama yazılan ve sonucunda yayımlanan her bir metin tek bir kişi üzerinden olsa da veya tek bir kişiye ulaşacak olsa da okunacaktır. Ulaştıran kişiler çoğu zaman gözden kaçar ve bu gözden kaçmaları görünmez kılmak adına çevirmenler için “görünmez kahramanlar” nitelemesinde bulunulabilir, özrün kabahatten büyük olduğuna aldırmaksızın.
Okuma Günleri, metninin çevirisi Murat Erşen’e ait. Daha doğru bilgiye götürmesi açısından açmak gerekirse; Marcel Proust’un Susam ve Zambaklar romanı çevirisi için yazdığı “Çevirmenin Önsözü” nün çevirisi Murat Erşen’e ait. Metnin kendisiyle beraber tüm dipnotları ve alıntılarıyla her bir ayrıntısı birbirinden önemli, titiz, kendine özgü niteliğiyle tertemiz bir çeviri ile karşı karşıyayız, tüm Murat Erşen çevirilerinde olduğu gibi. Murat Erşen, çeviri kitapları kitap okumayı seven, kendi dünyasında kitaplara yer açan herkesin kitaplığında mutlaka vardır. Özellikle felsefe alanında Fransızca ve İngilizce çevirileriyle önemli çevirmenlerimizdendir. Rene Descartes, Alain Badiou, Jean-Luc Nancy, Jacques Lacan, Leo Strauss, Lars Svendsen, Oscar Wilde, Marguerite Duras yazarlarına ait kitaplardan biri kitapsever birinin kitaplığına girmiştir illaki. Çevirmenler olmasaydı “edebiyat dünyası” diye bir şey olur muydu sorusu tartışılmayacak denli net cevaplar içerir.
Okuma Günleri’ne ön söz yazan Cana Bostan’ı da atlamak istemiyorum ki; 79 sayfalık kitabın ilk 31 sayfası Cana Bostan’ın Marcel Proust çevirisinin ince detaylarıyla şekillenmiş ayrıntıları ile dolu. Bu ön söz sonucunda Marcel Proust tarafından kaleme alınmış “Çevirmenin Önsözü” içeriği ile daha derin, daha anlamlı. Kitap ile ilgili ve Marcel Proust ile ilgili vermiş olduğum bilgiler Cana Bostan’ın bu detaylı, nitelikli ön söz yazısından aldığım yardımlarla şekillenmiştir efendim. Kitap için böylesine ayrıntılı bir ön söz olmasaydı, böyle uzun bir inceleme yazısı ortaya çıkamayacaktı. Kendisine bu kadar güzel, her bir ayrıntısı kendinden mütevelli, özgün içerikli ön söz metni için teşekkür etmek isterim.