Burhan Sönmez ile Avrupa’nın ikiye bölündüğü Soğuk Savaş döneminde Paris-İstanbul-Batı Berlin hattında geçen ve Franz Kafka’yı odağına alan bir edebi gerilim ve aşk romanı olan Franz K. Aşıkları’nı konuştuk.
Burhan Sönmez son romanı Franz K. Âşıkları’nda külliyatındaki romanlardan farklı olarak bambaşka bir hikâye ile buluşturuyor bizleri. Avrupa’nın Doğu ve Batı olarak ikiye bölündüğü Soğuk Savaş zamanında, Franz Kafka’nın hayatını, bıraktığı mirasları, nezdinde tutulmayan sözleri, suç unsurlarını merkeze alarak ilerliyor hikâye. Bu hikâyenin tüm yönlerini Paris-İstanbul-Batı Berlin hattında geçen edebi gerilimli bir aşk ilişkisi belirliyor. 2021 yılından beri Uluslararası PEN Kulübü Başkanlığı’nı yürüten yazar Burhan Sönmez ile son romanına dair sohbet ettik.
Yaşamak, hayata tutunmak, okumak, düşünmek ve yazmaya ilişkin her ayrıntı adına zorlu mücadeleleriniz hiç bitmemiş. Bir yandan da zorlu zamanlarda düşüncelerinizden taviz vermeden yolunuza devam edip, sükunetinizi hep koruduğunuzu gördük. Hiç aceleniz yok ve hiçbir konuda bunu en iyi ben biliyorum ve yazıyorum tavrınız yok. Edebiyat sizin için nasıl bir yaşam alanı, nasıl bir açıklık, aranızdaki bağı nasıl tarif edersiniz?
Sanırım sizin “okur gözüyle” ifade ettiğiniz bu durum, benim “yazar olarak” hissettiklerimi ifade ediyor. İçinde bulunduğumuz çağla ve özellikle ülkemizin geçtiği süreçle gergin bir ilişki içindeyiz. Bizi mutlu eden, herkesin iyiliğine göre kurulan toplum yapıları yok. Bunun hem politik-sosyolojik hem de duygusal-psikolojik etkileri ruhumuzu fazlasıyla hırpalıyor. Zamana yetişemiyoruz ve yetiştiğimiz yerde de onun bize sunduğu imkânlardan memnuniyet duymuyoruz, çünkü her şey haksız ve merhametsiz bir bencillikle biçimleniyor. Böyle bir dünyada, edebiyatla uğraşmak, kitap okumak veya yazmak, aslında iyi ve dingin insan olma arayışının ifadesidir. “Ölüm asude bahar ülkesidir” der ya Yahya Kemal bir şiirinde, biz “keşke hayat da asude bahar ülkesi olabilse” diye ümit ederiz. Okuduğumuz her hikâyede, mırıldandığımız her şarkıda bu arzumuz açığa çıkar. Kendimizi hep geç kalmış hissetmemiz, zamanın sonsuzluğundaki boşluktandır. Edebiyat bunu idrak etmemizi ve bununla barışık yaşamamızı sağlar. Ben öyle hissediyorum, özellikle odama kapanıp yazarken.
Kuzey, Masumlar, Taş ve Gölge romanlarınızda şimdiki zamanla, geçmiş dönemleri birbirine bağlayan, kadim hikâyelere, felsefeye, masallara sırtını yaslayan anlatılar ile okurlarla buluştunuz. Bu romanlarınızdaki arketipler, metaforlar bir pusula misali eşlik ediyor bizlere. Tematik unsurlar adına da ölümle yaşamın iç içe geçtiği, fakat hep varoluşa yönelerek hakikati arayan hikâyeler. Arketipleri, metaforları, tematik unsurlarıyla eserlerinizde inşa ettiğiniz bu yapı zaman içerisinde yazdıkça mı oluştu, yoksa düşüncelerinizi ve duygularınızı en baştan itibaren bu unsurlar mı meşgul ediyordu?
Sanırım ikisi birden, yani bunlar her zaman içimde vardı, öyle hissediyorum ama bunların gelişip olgunlaşması da ancak zamanla mümkün oldu, oluyor. İnsan, bir sonuçtur, yani bir tür yankıdır. Doğup büyüdüğü yerin, içinde yetiştiği zamanın bütün etkileriyle biçimlenir ve bir şahsiyet hâlini alır. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik de orada açığa çıkar, insan bir sonuç olmakla yetinmez, bir başlangıç da olmak ister, bu yüzden yaratmaya heves eder. Toprağa buğday eken köylü, işlemeli bir masa yapan marangoz veya laboratuvarda genler üzerine çalışan bilimci, hepsi bir şey yaratarak bu hayata katkıda bulunmaya ve bu yolla hem bugünü hem de yarını etkilemeye çalışır. Arketipler ve yerleşik kalıplar, insana kolaylık sağlar, bu sayede geçmişin deneyimleri aracılığıyla şimdiki varlığını daha rahat anlamlandırabilir. O noktada ileriye doğru bir adım atarken, kendi yarattıklarının da geleceğe dönük arketipler yaratma potansiyeli taşıdığını bilir. Hayat böyledir, geçmişi devralarak ve onu bugünün içinde değiştirerek ilerler ve biz de bu akışın yaratıcı parçası olmaya gayret ederiz.
Yeni yayımlanan kitabınız Franz K. Âşıkları, Burhan Sönmez romanlarını düşündüğümüzde bambaşka bir metin olarak çıktı karşımıza. Tematik unsurlarda yine kendini hissettiren kadim çağlar, gelenekler, var oluş, özlemler var elbet fakat, farklı bir metin yazmak, farklı bir hikâye anlatmak istemişsiniz sanki. Hem Franz K. Âşıkları’nı diğer romanlarınızdan ayıran farkların ne olmasını istediniz hem de sizi bu romanı yazmak adına masanıza oturtan temel sebepler, meseleniz neydi, diye de sormak isterim.
Franz K. hikâyesi on yıl kadar önce notlarımda belirdi. Bir Fransız düşünürün kitabında Kafka hakkındaki bir dipnot dikkatimi çekmişti, o zihnimde burgaç gibi dönüp durdu. Aynı dönemde Ariel Dorfman’ın Konfidenz adlı romanını okumuştum. Max Frisch de diyaloglarla örülü ilginç romanlar yazmıştı. Onlar üzerine düşündüm ve bu romanımı yazma aşamasına geldiğimde, diyalogların arasına geçmişe gidip gelen uzun çağrışımlar, anlatımlar eklemeye karar verdim. Birkaç değişik deneme yaptım ve sonunda istediğim formu elde ettiğimde, romanın tamamını yazmaya giriştim. İçerikte hem edebiyatın kendi dünyasına dönük bir tartışmaya odaklandım hem de bu odağı, sosyal çalkantıların ortasındaki Avrupa’nın büyük kentlerine, elli yıl önceki Paris, İstanbul ve Batı Berlin’e yerleştirdim. Böylece, içimdeki hikâyeyi tam olarak ifade etme imkânı buldum.
1968 yılına götürüyorsunuz bizleri. Devrimlerin, ayaklanmaların dönemin üniversite gençliği tarafından yapıldığı bir dönem ve aynı zamanda geriye dönük işlenen suçların kefaretinin de ödendiği bir dönem. Çok önemli bir konuyu tartışmaya açıyorsunuz: Max Brod’un Kafka metinlerini yayımlaması konusunu bir suç unsuru olarak işliyorsunuz. Edebiyat dünyası adına hep konuşulan ama açıktan açığa hiç tartışılmayan böyle bir konuyu, bir suç unsuru olarak neden gündeme getirmek istediniz?
Aslında bu konu yirminci yüzyılın ortalarında, özellikle Fransa’da parça parça tartışılmış ama hiçbir zaman bu hâliyle bir roman konusu olmamış. Romanımdaki kahramanların düşüncelerini ilginç buldum ama ben bazı yerlerde farklı düşünüyorum. Elbette yazar olarak benim düşüncemin pek önemi yoktu orada. Marquez’in yeni kitabı yayımlandı, tartışmaları biliyorsunuzdur. Ağustosta Görüşürüz, Marquez’in henüz bitirmediği ham bir romanmış ve ölmeden önce çocuklarına, bu kitabın yayımlanmamasını vasiyet etmiş. Çocukları kitabı yayımlamaya karar vermişler ve kitap geçen ay piyasaya çıktı. Oğlu, bir demeçte, “babamızın vasiyetine karşı gelmek ihanetti, ama çocuklar bunun için vardır” gibi olağanüstü edebi bir ifade kullandı. Bir an, yıllardır üzerinde çalıştığım romanımın içindeki bir sahne sandım bunu. Amerikalı yayıncımla bu haber üzerine konuşurken, ikimiz de ne diyeceğimizi bilemedik, sadece şaşkınlığımızı paylaştık. Ölü yazarları kim sahiplenecek? Bu soru, popüler bir soru değil, edebiyatın ve hayatın içeriğiyle ilgili. Mesela İngiltere’de Roald Dahl’ın yayıncısı, yazarın kitaplarındaki bazı ifadeleri “düzelterek” yayımlamaya başladı ve geçen yıl bu konu tartışmalara yol açtı.
Avrupa’nın Doğu ve Batı olarak bölündüğü böyle bir dönemde Ferdy Kaplan hikâyenin baş karakteri olarak ortaya çıkıyor. Ne kahraman ne de anti-kahraman olarak resmediyorsunuz Ferdy’yi. Fakat Nazi taraftarı Alman bir anne ve Türk bir babanın oğlu olarak çalkantılı ve gerilimli bir sürecin tam ortasında tanışmamızı sağlıyorsunuz. Ferdy karakteri nasıl ortaya çıktı?
Kendi geçmişine esir düşmemeye çalışan biri, buna paralel olarak hayatının bütününü yeni değerlerle inşa etmeye kararlı bir karakter. Çelişkileri hem kendi hayatında hem de düşüncelerinde toparlarken, dünyadaki görünmez çelişkileri de kendince bulup oralarda gedik açmaya, böylece geleceğe dönük iyi bir değer yaratmaya gayret ediyor. Kendi aile hayatında kayıp biri gibi görünüyor, buna karşın dünyanın hali içinde kaybolmamaya, kendisine bir “tutamak” yaratmaya çabalıyor.
O dönem gençliği değerlerine sahip çıkmayan, salt özgürlüğü kafaya takmış, isyankarlar olarak hatırlanır. Biraz da bu yüzden soruyorum Ferdy karakteri nasıl ortaya çıktı diye. Çünkü kural tanımaz isyankarlar olarak lanse edilmeye çalışılan kuşak sadece edebi bir suçun değil, aynı zamanda suçun farklı unsurlarının da (toplumsal, siyasal, ahlaki) Ferdy karakteri özelinde peşine düşüyor, öyle değil mi?
O kuşak için yapabileceğimiz bir genellemeyi ben bu romandaki karakterler için de yapmak isterim: Hayat onlar için bir bütündür. Edebiyatı, toplumu, adaleti, siyaseti, hiçbirini diğerinden ayırmıyorlar. Onlar için, eski Nazi subaylarını bulup cezalandırmak ile ölü bir yazarın kitabına sahip çıkmak aynı değere sahiptir. Olayların içinde koşturur gibi görünseler de, sürekli prensipler tayin ederler, insani değerlerin tanımlamalarını yaparlar. Bu yolla kendilerine ve topluma daha iyi bir yol bulmaya çalışırlar. Tehlike de orada açığa çıkar, ama bunu göze almak da değerlerinin bir parçasıdır.
Romana Franz K.’dan dolayı ismini veren Ferdy ve Amalya arasındaki aşk. Aşkı kısacık hayatının hiçbir döneminde gönlünce yaşayamamış Kafka için Ferdy ve Amalya’nın aşkları romanın önemli bir ironisiydi desem, ne söylemek istersiniz?
Politik ve edebi bir tartışmanın etrafında dolanan hikâyenin, ancak aşkın merkeze alınmasıyla Kafka’yı yansıtabileceğini düşündüm. Onun romanlarında aşk tam aşk gibi değildir, ne varlığı ne de yokluğu tam olarak idrak edilebilir. Adeta her şeyin kenarında, kazara ortaya çıkan ve yok olan bir şeydir. Kafka’nın kendi hayatında da hep bunun arayışında olmuş, yer yer onu elde etmişse de, ömründeki bir yarık gibi hep kaygılı bir ilişki geliştirebilmiş aşkla. Ben bu romanda, aşkı, uğruna bedeller ödenen ve her şeyin merkezine yerleşen bir ağırlıkta anlatarak, Kafka’nın hayatına ters bir ayna tutmak istedim. Onun muradınca yaşamadığı şeyi başkaları ona yürekten bağlanarak sunuyorlar.
Bir gerçeğin peşine düşmek, gerilim, suç unsurlarının yanı sıra romanın sanat tarihi ve edebiyat tarihi açısından farklı bilgiler içermesi de heyecan verici. Mesela Dante ve “Dante’nin Max Brod’u” Boccacio’ya dair bilgiler. Ki bu bilgiler varsayıma, söylenceye, rivayete, çeşitli aforizmalara dahil olsalar bile büyülü gerçeklik dediğimiz her şey sanatı ve edebiyatı var ediyor, ne dersiniz?
Tarih bizim farkında olmadığımız şeylerle kendini tekrar ederek ilerler. Her tekrar bir yeniliğe ulaşmayı amaçlar, kimileyin de başarır bunu. Tekrar ile onun bağrındaki farklılık, insana büyülü bir duygu verir. Ben bu romanı bitirdikten sonra, Marquez’in yeni romanı ile ilgili haberler basına düştü. Kendimi, büyülü gerçekçi bir olaylar zincirinin parçası gibi hissettim.
Yer yer romanı bir tiyatro metni okur gibi okudum. Bir mahkeme sahnesi, kürsüler, idea ve savunma makamları ve bir tiyatro metni akışını çağrıştıran diyaloglar. Gözümüzde tüm olup bitenin canlanması adına sinematografisi de çok güçlüydü. Sizin de zihninizde böyle canlandığını ve bu canlanmayı tam olarak aktardığınızı düşünüyorum.
Evet, bu yan gayet açık. Okurlar gibi ben de yazarken benzer şeyler düşündüm ama çok da önemsemedim bunu. Çünkü benim için hikâyenin dinamiği ve akışı önemliydi ve bu yanıyla uygun biçimi bulduğumu hissettim.
Klasik, modern, çağdaş metinler söz konusu olduğunda, hangi metinler sizi diğerlerinden daha fazla heyecanlandırıyor? Bu kapsamda arada açıp mutlaka biraz okurum, göz gezdiririm dediğiniz kitaplar var mı?
Bu konuda genel bir cevap verebilirim. Metinler arasında türlerine göre bir ayrım yaptığımı söyleyemem. Bazı dönemler bazı kitaplar masamda uzun süre kalır, ara ara açıp sayfalarını karıştırırım. Bu tür kitaplar sürekli yenilenir, her seferinde yeni metinler bende bağlanma duygusu yaratır. O yüzden şimdi bir iki kitap ismi vermem anlamsız olur, çünkü sürekli değişiyor bunlar.
Dünyanın başına son on yıl içerisinde gelen, pandemi, küresel kapanma, sıcak savaşlar, iklim krizi, nükleer tehditler, derin ekonomik krizler vb, olaylar sonrası, hayatı mücadelelerle geçmiş bir yazar olarak, umudunuz var mı diye sormak isterim. Dünya yenileniyor mu gerçekten yoksa bu yenilenme hep farklı krizleri de berberinde mi getiriyor?
Son cümleniz, iki gerçekliği de ifade ediyor, krizler ve yenilenme. Keşke bu kadar derdin ortasına düşmeseydik diye düşünürüz. Böyle düşünmeye de fazlasıyla hakkımız var ama bu dünyayı biz seçmedik, kendimizi burada bulduk, öyleyse onu daha iyi hâle getirmenin yollarını arayalım deriz kendi kendimize. Zor bir şey bu. Başarının garantisi hiçbir zaman yok ama mücadele her zaman mümkündür ve bizi güzel ve iyi kılan da budur. İnsandaki iyiliğe inanç, en çok da o iyiliğin azaldığı zamanlarda önemlidir.