Ödüllü yazar Ronan Hession ile romanı Panenka’yı ve kendi okuma-yazma serüvenini konuştuk.
Tüm olağanlığıyla yaşamı ve insanı anlatmayı deneyen Ronan Hession, basit görünenin zorluğuna yenilmeden, samimiyeti elden bırakmadan, akıntının tersine kürek çekmeden, zorlamadan, eğip bükmeden kuruyor dünyasını. İrem Uzunhasanoğlu’nun çevirisiyle Ketebe Yayınları’ndan mart ayında çıkan Panenka adlı romanında da, sıkıca tutmanın değil, bazen akışa bırakmanın verdiği dinginliği hissettiriyor. Ölümle kol kola yürüyen bir adamın aşka attığı ağır aksak adımlar, kadın-erkek ilişkilerine, dostluğa, kasaba yaşamına ve futbola dair ayrıntılarla derinleştiriliyor.
Sevgili Ronan Hession, öncelikle bu röportajı kabul ettiğiniz için Türk okurlarınız adına teşekkür etmek istiyorum. Ketebe Yayınları tarafından bu yayımlanan Panenka romanınızın yanı sıra, röportajınızı okumaktan da büyük mutluluk duyacaklar. Başlangıç olarak Ronan Hession'u (ya da lakabınız “Mırıldanan Sağır Ro”yu) biraz tanıyabilir miyiz? Neler yapar? Dünyanın neresinde yaşar ve uğraşları nelerdir?
Sevgili İrem, öncelikle benimle röportaj yaptığınız ve de romanım Panenka’yı Türkçeye çevirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Çalışmamın tercüme edilmesi benim için gerçekten bir onurdur.
Ben Dublin'de yaşıyorum ve hâlen memur olarak çalışıyorum. Evliyim, iki oğlum var. Kırk yedi yaşındayım ve otuz yıldır sanatın birçok dalında aktifim, uzun seneler müzisyenlik yaptım, sonra da yazarlıkla ilgilenmeye başladım. Sekiz çocuklu bir ailede büyüdüm. Babamı kırk yıl önce, ben yedi yaşındayken kaybettim, kendisi postanede çalışıyordu. Geride kalan annem bir hastanede geceleri temizlikçi olarak çalışarak sekiz çocuk büyüttü. Çocukken öyle çok büyük ve iyi bir okur değildim, o zamanlar takıntım daha çok futboldu. Tüm hayatım boyunca Watford taraftarı oldum.
Çevirmeniniz ve de aynı zamanda Türkiye'de bir yazar olarak öncelikle böylesine yürek burkan ve dramatik bir hikâye yazdığınız için sizi tebrik etmeliyim. Panenka sizin ikinci romanınız, klişe olacak belki ama öncelikle bu romanın arkasındaki fikri sormak isterim. Sizi bu romanı yazmaya iten ne oldu? Sesinizin/hikâyenizin duyulmasını mı istediniz yoksa edebiyata katkı sağlamak mı sizin için daha önemliydi? Emekli bir futbolcunun hikâyesini yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Ve romanınızı yazarken “yolda” keşifleriniz oldu mu?
Romanın sizi etkilemesine çok sevindim. Edebiyatın hayatın tümünü yansıtması gerektiğini düşünüyorum. Dünyada tahminen üç milyar futbol taraftarı var ama buna rağmen literatürde (ya da en azından Anglosakson literatüründe) nadiren yer alıyor. Sanki tektonik plakalar birbirinden ayrıldığında, edebiyat ve spor da birbirlerinden ayrı ve uzak kıtalarda kalmış gibi. İnsanın doğasında kendini tanımlamaya çalışmak vardır; ancak bu tanım aynı zamanda ayrılık barındırır. Ben ise insanlığın paylaştığı ortak damarlarla ilgileniyorum. Panenka romanı iki farklı fikrin örülmesiyle ortaya çıktı. 1990 Dünya Kupası'nda İrlanda'ya karşı penaltı kaçıran Rumen futbolcu Daniel Timofte ile yapılan bir röportajı okumuştum. Penaltıyı kaçırmasının hayatı üzerinde kalıcı bir olumsuz etkisinin olduğunu anlatıyordu.
Daha sonraları 1990'lardan beri Ukrayna'da ücretsiz beyin ameliyatları yapan beyin cerrahı Profesör Henry Marsh hakkında The English Surgeon adlı bir belgesel izledim. Videodaki bazı görüntüler, hastaların kötü haberleri anlamadıkları bir dilde ve tam olarak kavrayamadıkları imalarla almalarını gösteriyordu. Bir roman fikri oluşmaksızın yıllarca bu iki ilham verici haberi düşündüm durdum. Kendim de yaş aldıkça, birçok insanın zor deneyimlerden sonra hayatlarına devam etmekte zorlandıklarını fark etmeye başladım. Sahip olduğumuz sorunlarımız çözülemese bile hayatta huzuru bulmanın mümkün olup olmadığını merak etmeye başladım. Roman, bu fikrin bir keşfidir.
Ana karakteriniz Joseph pişmanlıklarla dolu bir adam. Hayatının penaltısını kaçırdığı o “dış” çatışma, en büyük travması gibi görünse de, yan akslarda onu mutsuz bir hayata iten başka “iç” çatışmalar da görüyoruz. Düzgün bir koca, iyi bir baba ve hatta güzel bir dost bile olamamış. Ancak hepsinden birazcık olabilmiş. Ve şimdi ise ölmek üzere. Ölmeden önce tüm yanlışları ve eksiklikleriyle yüzleşmek (belki de düzeltmek) istiyor. Peki siz hayatı nasıl görüyorsunuz? Hayatta başarısız olan insanlar tekrar tekrar başlayabilir mi yoksa bir ömür aynı travmanın içinde mi sıkışıp kalırlar? Bize ikinci ve üçüncü şanslar veriliyor mu? Tüm hayatımıza mal olan bir travmayı atlatabilir miyiz?
İnsanlar oldukça analitik olabilir. Sorunlarımızı “çözmenin” bir yolu olarak anlamaya ve analiz etmeye çalışırız. Bu, bir tür kendi kendini analiz sarmalına yol açabilir, ancak insan kendini anlamazsa da aynı çukuru yeniden ve yeniden bu kez daha derine kazarken bulabilir kendini, zira bakış açısını kaybetmek çok kolay olabilir. Romanda, karakterlerin her biri, onlara bu bakış açısını veren biriyle etkileşime girene kadar aynı çizgide sıkışıp kalıyor, bu daha sonra yollarına devam etmelerine yardımcı oluyor. Bunun istisnası, önceki ilişkisinde bu dersi çoktan öğrenmiş olan Esther'dir. Panenka'nın Esther'den öğrendiği şey, bazen bir problemin çözülemeyeceği ve bizim onu sıkı sıkı tutmaktan vazgeçip, yere bırakmamız gerektiğidir.
Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz? Aşkı nasıl tanımlarsınız? Ölürken bile tutunacak kadar güçlü müdür? Bizi iyileştirir mi? Yoksa daha çok acı çekmenize mi neden olur? Kanadı kırık ve travmalı iki yetişkin, âşık olursa ne olur? Aşk, bizi karanlıktan kurtarabilir mi?
Bu romanda kadın ve erkek arasındaki ilişkiler yelpazesiyle ilgilendim. Romantik aşk sıklıkla kitaplara konu olmuştur. Arkadaşlık ilişkileri de öyle. Bense aradaki boşlukla ilgileniyordum, birinin arkadaşlığını sevme olasılığıyla yani. Aynı zamanda aşkın dönüşmesiyle de ilgileniyordum -Vincent ve Marie-Therese ilişkisinde ya da Anthony ve karısında gördüğümüz gibi; aşkın değiştiği ve bir zamanlar sevilen insanın geride kaldığı ilişkiler. Karanlık açısından bakarsak, Esther’in şu sözlerine kulak verebiliriz: Sevilmenize izin vermeniz, korkudan daha büyük bir şeyin hayatınıza girmesine izin verme kararıdır. Bir gün kaybedeceğinizi bile bile kendinizi birine adarsanız -ki bu maalesef tüm ilişkiler için geçerlidir- o zaman korkunuz hayatınızda varlığını sürdürse bile onunla yüzleşmiş olursunuz.
Joyce, Beckett, Wilde, Yeats ve daha birçok önemli yazarın edebi mirasını taşıyorsunuz. Kendinizi İrlandalı köklerinize bağlı hissediyor musunuz? Edebi atalarınızdan veya İrlanda mitlerinden/edebi eserlerinden ilham alıyor musunuz?
İrlandaca bir şey ifade etmeye çalışmak yerine salt kendi hayal gücümle yazıyorum. İnsanın doğasıyla ve evrensel temalarla ilgileniyorum. İrlandalı olmaktan gurur duysam da, kitaplarımdan hiçbiri İrlanda’da ismi bilinen bir yerde geçmiyor. Başlıca edebi ilhamlarım İrlandalı veya Anglosakson değil. En çok hayran olduğum yazarlar Jon Fosse, Dasa Drndic, Agatha Christie, Can Xue, Mathias Enard, Yasunari Kawabata, Necip Mahfouz ve Han Kang gibi yazarlar. Kendi kanonumdan ise muhtemelen en çok Beckett veya şair Thomas Kinsella’ya yakınlık hissediyorum. Adrian Duncan, Wendy Erskine, Donal Ryan, Jan Carson gibi yazarların eserlerine ve de çağdaş İrlanda edebiyatına bayılıyorum.
Başka uğraşlarınız olduğunu da biliyorum. Yazma alışkanlıklarınız üzerinden bir yazma rutininiz var mı, nasıl ve nerede yazıyorsunuz? Bize Ronan Hession'un bir gününü anlatır mısınız?
Panenka da dahil olmak üzere ilk iki kitabım için, ilk taslağı oluşturmak için haftada altı gece, saat 22'den gece yarısına kadar üç veya dört ay yazdım, ardından birçok düzeltme yaparak metni geliştirdim. Trenlerde, otel odalarında, evde arkada çocuklar Xbox oynarken yazdım. Her yerde, her zaman yazabilmek için akışta kalmaya çalışıyorum. Üçüncü kitabım için ise yaklaşımımı değiştirdim, kendime haftada yalnızca iki veya üç gün yoğun yazma izni verdim ve anlatıcımı seslendirmeme yardımcı olması için bilgisayarımdaki Sesli Okuma işlevini kullandım. On sekiz aydan fazla sürdü ki bu benim için epey uzun bir zaman dilimi.
Mevcut metniniz, bilmediğiniz başka bir dilde yeniden var oluyor. Dünyanın her yerinden Panenka'ya aşina okuyucuların olması size nasıl hissettiriyor?
Bununla büyük gurur duyuyorum. Bence yazmak, insanların başka türlü paylaşması imkânsız olan içsel yaşamlarını dışa vurmasının bir yolu. Yazılarımın bir yerlerde okunduğunu, dünyayı dolaştığını bilmenin heyecanını bir yana bırakırsak, deneyimlerime ait bir şeylerin, hayatları benimkinden farklı olan insanlar arasında yankı uyandırdığını bilmek bana ilham veriyor.
Son olarak dünya edebiyatından ve çağdaş İrlanda Edebiyatından kimleri okuyorsunuz? Türkiye'den herhangi bir yazar okudunuz mu? Ve meraklı okuyucular için son bir soru, yeni bir roman üzerinde çalışıyor musunuz?
Umarım beşinci soruya verdiğim cevap size okuma zevkim hakkında bir fikir verir. Türk yazarlar açısından, her ikisi de mükemmel İngiliz bağımsız yayıncıları (Tilted Axis ve Istros) tarafından İngilizce olarak yayımlanan Sema Kaygusuz ve Aslı Biçen'i ve bunların yanı sıra Orhan Pamuk'u da okudum. Başucumda ise Sevgi Soysal var. Mayıs 2024'te çıkacak olan üçüncü romanım Hayalet Dağ'ın düzenlemelerini yapıyorum. İlk iki kitabımdan oldukça farklı ama sonuçtan çok memnunum.