Hasan Onur Kaya’nın kaleme aldığı Uzun Günlerin Hasadı geçtiğimiz günlerde Holden Kitap tarafından yayımlandı. Kaya’ya kitabın ortaya çıkış süreci ve öyküleri hakkında merak ettiklerimizi sorduk.
Uzun Günlerin Hasadı’nın yazım süreciyle başlayalım; kitabın hikâyesi nedir, yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz ayrıntılar var mı?
Elbette, esasen niyetim bir roman yazmaktı ve kırk-elli sayfa kadar da yazmıştım. Fakat roman her anlamda istikrar gerektiriyor. Böyle bir duygu durumuna hiç sahip olmadım. Sokakta tanık olduğum bir manzara beni bambaşka bir hikâyenin içine sokabiliyor. Üst üste iki sigara yakabiliyorum, gecenin bir yarısı paket biter mi diye düşünmüyorum. Savruk, günlük, yoğun... Söylemek istediğim şey romanı düşünmenin, kurmanın en azından şimdilik tabiatıma çok uygun olmadığı. Velhasıl, roman fikrini kenara attıktan sonra hikâye yazarken buldum kendimi. Kâğıttan önce kafamda yazılıyor hikâyeler. Yani anlatmak istediğim şeye dair sınırlar, karakterler ve son netleşiyor, sonrası kâğıt üstünde şekilleniyor.
Aslında dosya iki yıl önce üç ay gibi bir sürede tamamlandı. Geçen yıl dosya başvuruları ve retlerle geçti. Dosyanın peşini bırakmayı düşündüğüm bir noktada da Holden Kitap olumlu döndü.
Özgeçmiş kısmında yazdığına göre fanzinlerle içli dışlı bir süreçten geçmişsiniz. Bize biraz o süreçten bahseder misiniz? Kitap ve dergi sektörü özelinde değerlendirirsek fanzinlerin edebiyatımızdaki yeri nedir sizce?
Bu soruyu biraz açarak cevaplandırırsam belki yazma sürecinin başında olanlar için de faydalı olur. 2010’lu yılların başında başladı yazım sürecim. Sosyal medya bu kadar işin içinde değildi. Karşımda bir kısım tarafından “edebiyatın okulu” olarak görülen dergiler vardı. Bir önceki kuşak tarafından ayyuka çıkarılmış bir meseleyi tekrar etmem gerekiyor. Ödül mekanizmalarının ve dergilerin editöryal tercihlerinin merkezinde eser mi var yoksa -geniş anlamda kullanıyorum- nepotizm mi? Elbette buraya nepotizm dışında başka şeyler de ekleyebiliriz ama temel olarak eseri geri plana atan bir yapıdan bahsediyorum. Bu elbette sadece edebiyata özgü bir sorun değil, bir kültür meselesi. Memlekette sosyal, toplumsal her konuda bunun izlerine rastlıyoruz. Edebiyat dünyası özelinde bunun dışında kalabilen istisnaları görmezden gelmek de onlara haksızlık olur, illa ki vardır. Soruya dönecek olursak, en başta bu yapının dışında kalmak istedim. Tek başıma fanzinler çıkardım. Otuz, kırk, elli ne kadar kişiye ulaşırsa artık. Bu anlamda fanzinleri değerli buluyorum. Hiyerarşi yok, kural yok, ticari kaygılar yok. Kimseye ulaşmayabilir, ilk ürünleriniz olabilir, varsın olsun.
Bugün işin içine yazı atölyeleri, sosyal medya gibi farklı enstrümanlar da girdi. Bir yandan sağladığı imkânlar anlamında bağımsız bir alan, diğer yandan sistemin içinde de kullanılan yapılar. “Önemli” bir yazarın atölyesinden çıkarsanız, elinizden tutulabilir mesela yahut şiirlerinizi gönderdiğiniz derginin editörüyle sosyal medya üzerinden kurduğunuz ilişki şiirlerinizin basılmasını etkileyebilir. Çok uzattım, son sözlere geleyim. Bütün bu yolların olumlu-olumsuz tarafları var elbet ama bu cevaba ayrılan alana sığmazlar. Velhasıl, hepsi size ve edebiyat denen “lanetle” kurduğunuz ilişkiye bağlı.
“Bir toplumu anlamak istiyorsanız cenazelerine ve düğünlerine bakın,” diye bir laf vardır. “Senin De Dağların Var Sivas”adlı öyküde bu sözün yansımasını görüyoruz. İnsanları bir araya getiren şey ölüm korkusu mu yoksa acı mı?
Bu çok zor ve net cevabı olmayan bir soru. Toplumsal ve bireysel olarak birçok şey sayılabilir: şahsi ve toplumsal menfaatler; duygular; sosyal normlar; inançlar... Öykü özelinde kalmak en sağlıklısı olacaktır. Öyküde köyden kente göçmüş ve “mahalle” içinde bu iki mekânın yaşam pratikleri arasında kalmış bir topluluk var. Dolayısıyla cenaze, düğün gibi kavramları bu topluluk nezdinde düşünmek gerek. Öyküde de bununla alakalı kısımlar var, cevabı merak eden okurlara bırakalım.
“Cümlelerim aman bilmez bir hayvan gibi hayata saldıracaktı. Okunmayacak, anlaşılmayacak, zihinlerde karşılık bulamayacak şeyler. Hayatımda bulamadığım karşılığı kelimelerle beyaz kâğıdın amansız vaadine saplayacaktım. Bunu gözümde büyütmüştüm. Öfkemin dizginleneceği, ruhun biraz olsun teselli bulacağı beyaz kâğıtlar. Bir vebal gibi sürdürdüğüm hayatın manası girift şiirlerin içinde kaybolup gidecekti.” Bir kaçış tartışması olarak da nitelendirebileceğimiz, kitabın ikinci öyküsü “Alınyazısına Karşı Adımlar”da geçen bu kısım hayli dikkat çekici. Peki bir yerden, bir şeyden kaçmak gerçekten mümkün mü?
Söylediğiniz gibi ikinci öykü bir kendinden kaçış tartışması. Açıkçası bu öykü, üslup ve yapı anlamında arzu ettiğim metne en yakın çalışma oldu. Bütün olan bitenin arkasında ise sorduğun soru ve metin özelinde bir cevap var. Bu cevabı burada telaffuz etmektense biraz spekülasyon yapmayı tercih ederim. Soruyu biraz açarak soralım. İnsan kadar yaşadığı anın dününde olan bir canlı yok. Yani an dediğimiz şeyin içerisinde geçmiş aslında geçmemiş bir şeydir. O artık tabiatımız hâline gelmiştir. “Bir yer”, “bir şey” dediğimiz şey bizim dışımızda değil. İnsanın kendinden yani bu tabiattan kaçması gerçekten mümkün mü? Peki insan gerçekten oradan kaçmak ister mi? Kaçmak istediği travması olabilir, bir duygu durumu olabilir, bir telafi ihtiyacı olabilir. Niçin geçmişte bize zarar veren durumları, geleceğimizde tekrarlıyoruz. Niçin kaçtığımız şeyler bir şekilde bizi buluyor ve bu yaşantıların sonunda tekrar tekrar hayıflanıyoruz. Yunan tragedyasındaki kahramanın yazgısına karşı koyamaması gibi yaşanmışlıklarımızın bizi tekrar tekrar bulduğu bir yazgı inşa ediyoruz. Şimdi manipülasyon safhasına geçelim! Burada Freud’un “Yineleme Zorlantısı” kavramı devreye giriyor. Merak edenler bakabilir. Kısaca öykü bu düşüncelerin ışığında akıp gidiyor.
“Körkütük Musa”adlı öykü bir sahafı ve sahafa gelen okurları konu edinirken, bir yandan da bazı yazarlara-yayınevlerine ve onların okurlarına eleştiri yöneltmekten çekinmiyorsunuz. Bu noktada okur-kitap/yazar ilişkisini nasıl açıklamak gerekir? İclal Aydın okuruyla Virginia Wolf okuru arasından gerçekten de büyük bir uçurum var mı sizce?
Aslında niyetim ne okurlara ne de yayınevlerine bir eleştiri yönelmekti. Onlar bir anti-kahramanın sayıklamalarından ibaret. Öyküden bağımsız olarak, evet ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum.
Her öykünün sonunda bir QR kod var. Bu fikir nereden çıktı?
Müzik hiçbir zaman olmadığı kadar hayatımızın içinde. Çünkü çok kolay ulaşabiliyoruz. Aslında bu tip fikirlere pek sıcak bakmazdım ama sonra neden olmasın dedim. Her öykünün kendine has bir atmosferi var. Bende bu atmosferi besleyen müzikler de var elbet. Öykülerle beraber okurla müzikleri de paylaşmak istedim. Umarım severler.
"Uzun Günleri Hasadı" kısa bir öykü kitabı; dört öyküden oluşuyor ve toplamda 68 sayfa. Kısa bir kitap yayınlama fikri kasıtlı mıydı? Yoksa başka bir nedeni mi var?
Bu biraz kağıtla kurduğunuz ilişkiyle alakalı. Söylediğin gibi hacim olarak kısa bir kitap oldu.
İlk öyküyü bir kenara bırakarak söylüyorum diğer öykülerin alt metninde söylemek istediklerimle ise benim için hacimli bir kitap oldu. Dosyaya dair en büyük meselem bu alt metni iyi bir üslupla, başarılı bir biçimde ortaya koymaktı, umarım yapabilmişimdir bunu. İlk cümleyi biraz açmak gerekiyor. Bu beyaz kâğıdın üstünde nasıl olmak istiyorsunuz? Mesele kelimesi burada devreye giriyor. Dert ettiğim şeyleri bir olay örgüsü içinde kurmak, onunla hemhâl olmak, onu taşımak, yaralanmak ve bütün bunların içinde estetik bir forma sokmak. Bu benim için çok zor bir süreç oluyor. Fakat bunların dışında şeyler yazmak da beni doyurmuyor.
Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?
Evet, bir yıldır kafamda dönen hikâyeler vardı. Çoğunu yazdım, bitirdim geriye yazıya dökmek kaldı. Umarım kısa zaman içerisinde başlayabilirim.
Fotoğraflar Gabriel Isak'a aittir.