“En az on dört, belki de yüz on dört tane yanlış teori üretmeden bir tanecik gerçeğe ulaşılmaz ve bu da kendine göre onurlu bir şeydir; ama biz yanlışlarımızı bile kendi kafamızdan üretemiyoruz. Bana en büyük yanlışlıklarla dolu saçmalıkları söyleyin, eğer bunlar bizzat sizin saçmalıklarınızsa, sizi bağrıma basarım! Başkalarının doğrularını söylemektense kendi yalanlarınızı söyleyin daha iyidir desem yeri var; böyle yaptığınızda hiç değilse insansınız demektir; aksi durumda ise, papağandan farkınız yoktur. Hakikat hep vardır, varlığını sürdürür; ama hayat tıkanır, kesintiye uğrar, örnekleri vardır bunun. Peki, şu hâlde biz neyiz şimdi? Biz hepimiz, istisnasız, bilim, ilerleme, düşünce, buluş, idealler, arzular, liberalizm, muhakeme, tecrübe bakımından; her şey, her şey, her şey açısından, daha anaokulundaki çocuk hükmündeyiz! Başka insanların fikirleriyle geçinip gitmekten memnunuz.”
Dostoyevski-Suç ve Ceza
İnsan ırkının elli bin yılda neredeyse sıfırdan başlayarak başardıklarının hikâyesi, başrolü akıl olan bir çabanın hikâyesidir. Fizyolojik olarak baktığımızda doğadaki en donanımsız, en zayıf ve çevre koşularına en dirençsiz varlık olarak sahneye çıkmış olmasına rağmen sahip olduğu akıl bir noktadan sonra onu doğanın efendisi haline getirmiştir. Sanat, bilim, felsefe ve elbette kan, savaşlar, gözyaşı, iç içe geçmiş bir sürü hikâyenin hem nedeni hem sonucu olmuştur. Ama bu büyük nimetin, aklın insana kazandırdığı pek çok şeyin yanında sebep olduğu öyle bir trajedi vardır ki, o trajedi çoğu zaman bütün nimetlerin önüne geçer ve insanı mutlak bir bedbahtlığa iter. Varoluşçuların (Egzistansiyalizm) durmadan tekrarladıkları, Schopenhauer’den Kafka’ya, Dostoyevski’den Nietzsche’ye, Sartre’a bütün büyük yazar ve düşünürlerin durmaksızın yüzümüze çarptığı trajedi. İnsanın sürekli kendisiyle kavga etmesi, hayatını anlamlandırmaya çalışması, içinde bulunduğu ‘saçma’lıktan sıyrılamaması ve durmadan kendi varoluşunu sorgulaması trajedisi… Bunu bir lanet gibi yaşayan tek varlık, bir akla ve doğal olarak vicdana sahip olan tek varlık insandır ve bundan daha büyük bir ontolojik travma düşünülemez…
Benim için edebiyat tarihinin en unutulmaz kahramanı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının başkişisi Raskolnikov’dur. Belki de aslında kahraman olmayan tek gerçek kahraman olduğu için. Aslına bakarsanız son derece silik sayılabilecek bir karakterdir Raskolnikov. Buna rağmen birazcık okumaya yazmaya meyyalli hiçbir edebiyatsever ona kayıtsız kalamaz. Neden? Çünkü hepimiz anlarız Raskolnikov’u. Çünkü o bazı yönleriyle hepimize çok benzer. Kolektif bilinçaltımız gibidir çünkü Raskolnikov. Başkalarına göstermeye çalıştığımız bize değil, herkesten köşe bucak sakladığımız bize çok benzer. Ve yine belki, en kolay duygudaşlık yapılabilecek karakterlerin başında da o gelir…
Kötü bir şey yapmıştır Raskolnikov. Belki de çok kötü bir şey yapmamıştır, orası mühim değil. Ölümü sonuna kadara hak eden rezil bir tefeci kadını öldürmüştür. Yasa ve Tanrı önünde suçludur evet. Ama yine hem Yasa hem de Tanrı önünde bir sürü hafifletici nedeni de olabilir. Zaten bir şekilde kaçmış, yakalanmamıştır. Velhasıl biz roman okuyucusu olarak onu anlarız ve çok kızmayız, ciddi bir tövbeyle Tanrı önünde, hafifletici nedenler göz önüne alınırsa yasa önünde bir şekilde affedilebileceğini ve çok ağır bir şekilde cezalandırılmayacağını düşünürüz. Çünkü hepimiz Raskolnikov’u tutarız, ondan yanayızdır hepimiz. Ama işte o ontolojik trajedi Raskolnikov’un yakasını asla bırakmaz. Ve verilebilecek en büyük cezayı keser kendisine. Vicdan azabı, kendisiyle girdiği ve sonu asla gelmeyecek bir kavga ve acı... İnsan ontolojisinin elli bin yıllık bir hikâyesi varsa eğer Raskolnikov bunun en basit ve yalın özetidir. Bütün dünya kendisini affedecek, mazur görecek bile olsa o kendisini affedemez, korkunç vicdan buhranları yaşar ve sonunda gidip suçunu itiraf ederek yasa önünde cezalandırılmasını ister.
Suç ve Ceza’nın tek cümlelik özeti şöyle yapılabilir bence. İnsan kendisiyle kavga etmeye mecbur bir hayvandır! Ve bu durum olabilecek trajedilerin en büyüğüdür. Çünkü gerektiğinde insan bütün dünyaya kafa tutup sonuçlarına katlanabilecekse de herkesle kavgaya girebilir. Sonuçta ya kazanır ya da kaybeder. Ama kendiyle kavga eden insan kazanırsa mağluptur aynı zamanda, kaybederse de galip. Bu paradoks bizim büyük ontolojik açmazımızdır. Böyle böyle delirir insan, yavaş yavaş, acı çeke çeke ve suçlayacak kimseyi bulamadan…