Çetin Balanuye ile “Naturans” serisinin son kitabı Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam ve gündelik olanın kuşatıcılığına dair konuştuk.
Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Çetin Balanuye’nin “Naturans” serisinin üçüncü ve son kitabı Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam, Ayrıntı Yayınları tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Balanuye; Spinoza’yı bir gündelik yaşam filozofu olarak yeniden ele alan ve yeni bir gündelik yaşam pratiğinin hem düşünülebilir hem de gerçekleştirilebilir olduğunu ileri sürüyor.
Yeni gerçekçi bir Güç Ontolojisi’nin çerçevesini çizdiğiniz Naturans I: Yeni Bir Ontolojiye Doğru ve bu ontolojiyle tutarlı bir etik politiğin çerçevesini oluşturduğunuz Naturans II: Yeni Etik Politik’ten sonra “Naturans” serisinin üçüncü kitabı olan Naturans III: Yeni Gündelik Yaşam’ı yayımladınız. Felsefenin, politikanın ve etiğin kesiştiği alanda “nasıl yaşamalı?” sorusunun cevabını gündelik olanda arama nedeninizi sorarak başlamak isterim.
Elbette. Çünkü gündelik yaşam, nesnel gerçekliğin döngülerine uyum sağlama çabasındaki tüm varlıklar için bir tür “tekrarlar” sürekliliği olarak işliyor. İnsan söz konusu olduğunda da değişen bir şey yok. İnsan açısından bir “gün” nesnel gerçekliğin döngüleri arasında tekrarların birbirinden koparılamaz sürekliliğine zorunlu olarak (biyolojik belirlenim) giydirdiğimiz bir dönüşüm eşiğinin adı. Uyandığımız andan tekrar uyuyacağımız ana kadar gündelik yaşamın çepeçevre belirleyiciliği altında deviniyoruz. Kuşkusuz devinim uykuda da sürüyor. Ne var ki ben kitabımda özellikle günün uyanık saatlerindeki deneyimlerimizle yetinmeyi seçtim. Yukarıda sözünü ettiğim “tekrarlar sürekliliği”, bireyin gündelik yaşamla çevrelenmiş belirleniminde gerçekte günlerin asla aynının tekrarı olmadığını, burada sözü edilenin “farkla tekrarlar döngüsü” olması gerektiğini unutturuyor. Gündelik yaşamın sessiz döngüsü dediğim de budur. Günler aslında farklılaşır; ama gündelik yaşamın deneyimleyenleri açısından burada gerçekleşenin sessiz, ayırt edilemez ve yavaş farklılaşımını fark edebilmek neredeyse olanaksızlaşır.
Bu olgu bizi bir konuda uyarır: Eğer gündelik yaşamlarımızın başka türlü de olabileceğini, hatta belki daha iyi, daha sevinçli, daha yaratıcı, daha erdemli olabileceğini düşündüğümüz an bizi bunun için çabalamaktan alıkoyanın ne ya da neler olduğunu da fark etmeye başlarız. Gündelik yaşamın aynı çağı paylaşan büyük çokluklar açısından şimdi olduğu gibi olmaktan başka yolu olamayacağına ilişkin bir sezgi adeta kozmik bir yasaymışçasına hepimizi ikna eder. Başka bir deyişle, günler asla birbirinin bütünüyle aynısı değildir, günler ve bu günlerin içeriğini oluşturan devinimlerimiz bizim ayırdına varamayacağımız bir sessizlikle değişmektedir; ne var ki bu değişimi yöneten bir patron da yok gibidir. Bireyler uyandıkları andan itibaren adeta gündelik yaşamın “ayırt edilemez farkla tekrarlarının” sürdürülmesine kendi arzu, rıza ve alışkanlıklarıyla katkıda bulunurlar.
Bu tablo modern insanın önüne çok büyük bir duvar örer: Başka bir hayatın olanağı sorusu ya hepten unutulur ya da gündelik hayat duvarların sınırladığı bir alanda kendi farkla tekrarlarını sürdürür. Yani, ontolojik anlamda bir “yeni”nin yaratımını ilk elden engelleyen aslında hepimizin kendi gündelik rutinlerimizle yarattığımız hegemonik bir girdaptır. Gündelik yaşamın bu tür bir girdaba dönüşmüş olduğu artık açıktır. Ne var ki, gündelik yaşamın büyük çokluklar için başka türlüsü düşünülemez bir tek gerçeklik olduğu fikrinin ardında bu girdaptan gayri meşru biçimde muazzam faydalar (aşırı zenginleşme, doğal kaynakların tekeli, zaman istifleyicileri ve bu küçücük azınlıkla iş birliği içindeki partizan devlet yapıları) elde eden sınırlı sayıda hegemonik güç öbekleri de vardır. Bütün bunlar bize neden gündelik hayattan başlamamız gerektiğini söyler. Çünkü gündelik hayat ancak bu hayatı biçimlendiren ve aynı hayat tarafından da biçimlendirilen çoklukların devinimlerini belirleyen süreçleri kavramasıyla olanaklı olabilir.
Kitabınızın öne sürdüğü sav olan “Yeni bir gündelik yaşam hem düşünülebilir hem de gerçekleştirilebilir” düşüncesi bireyi etkin hâle getirmek konusunda ve parçası olduğu bütüne dahil olabilmesi adına bir çağrıda bulunuyor. Bireyin etkin hâle gelmesi sizce nasıl mümkün olabilir?
Bu sorunun yanıtını büyük ölçüde Spinoza’dan türetiyorum. Spinoza felsefesinin en temel özelliği, insan ya da insan olmayan, hatta canlı ya da cansız tüm sonlu var olanların birbirleriyle karşılaşma, etkileşim, çoğalma, aşınma, etkide bulunma ve etkiye uğrama süreçlerinin bir aradalığı anlamında bir “içkin gerçeklik” fikrine sıkı sıkıya bağlı olması. Bu türden bir içkincilik, nesnel tüm gerçekliği (bu bir ve tek gerçekliktir) tüm var ve gerçek olanların karşılaşmalarından ibaret, kıpır kıpır devinen, kendi kendinin nedeni olan sonsuz bir güç ifade edişin sonlu tarzlarının etkileşim rejimi olarak okuyor. Başka bir deyişle, felsefenin kadim açmazı sonsuz gerileme problemine Spinoza’nın verdiği yanıt, doğa-tanrı-kozmos-gerçeklik-töz gibi kavramların tamamının anlamı olacak biçimde, kendi kendisinin nedeni olan bir güç ifade etmekliktir. Bu tür bir kozmik güç ifade etmeklik metafizik bir söz dağarına göre “içkin arzulayış” olarak da ifade edilebilir. İçkin arzu, adeta, doğanın-kozmosun-tanrının bitimsiz güç ifade edişlerinin diğer bir söylenişidir. Sonlu varlıkları bireyleştiren, bireyleşenleri karşılaştıran, etkileştiren, dönüştüren ve KENDİSİ DE BU DÖNÜŞÜMLE DÖNÜŞÜMÜNÜ SÜRDÜREN bir nesnel gerçeklik tavrından söz ediyoruz.
Spinoza’ya göre, bu tür bir tözden doğma ve ondan olma her sonlu varlığın kendisinde de bir güç ifade etme yatkınlığı (conatus) bulması bundandır. Basitçe, her sonlu varlık, ya vardır-gerçektir-şey’dir ve kendinde bir güç ifade etme kapasitesi bulur (etkide bulunur ve/veya etkiye uğrar) ya da o “şey” için var ve gerçek denemez. Gördüğünüz gibi içkin arzunun zorunlu bir gerektirmesi olarak her sonlu varlıkta conatic arzunun da bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. Buradan ilerleyerek yine Spinoza bağlamında bu kez insan-özne dediğimiz sonlu varlıktaki arzu görünümlerine varırız. İnsan da tıpkı diğer sonlu varlıklar gibi sırasıyla içkin arzulayışın bir ifadesi olacak biçimde conatic arzu varlığıdır. Ne var ki, Spinoza her sonlu varlığın, ifade ettiği güç kapasitesi uyarınca etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitlilikleri açısından birbirinden farklı olacağını söyler. (Kuşkusuz hangi sonlu varlığın hangi ölçüde etkileşim çeşitliliğine sahip olabileceği aşkın bir tanrı ya da sabit bir teleolojinin zorunlu belirlemesine yazgılı değildir; sonlu varlıkların karşılaşmaları içkin gerçeklik düzleminin kendisini belirleyen zorunlu yasallıklara karşın, bu düzlemin sonlu sakinlerinin akıbetini mutlak bir olumsallık rejimine bırakır.) İnsan da etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliği açısından epeyce yüksek bir kapasitenin bireyleşimidir. Yani insan da bir sincap, taş parçası, kasırga sistemi ya da bir kavak ağacı kadar “modus”tur. (Ya da benim teklif ettiğim terim açısından “GVarsa”dır. [Güçtendir ancak ve ancak Varsa]) Ne var ki, etkileşim çeşitliliği arttığı ölçüde conatic arzunun devindirmeleriyle iki farklı öznel arzu görünümü daha -insan için- olanaklı olur. Bunlardan ilki ve aslen insanın çok büyük ölçüde belirleyen görünüm “öznel edilgin arzular”, ikincisi ise “öznel etkin arzular”dır.
Spinoza’ya göre, insanın öznel edilgin arzuların kontrolündeki devinimleri çok büyük ölçüde savrulmadır. Birey edilgindir. Karşılaşmaları onu yer yer sevinçle güçlendirebilir ya da kederle zayıflatabilir. Ama her iki durumda da aslında bireyin kendisi etkin değil, edilgindir. Kuşkusuz, hâlâ belli bir güç kapasitesi olmakla birlikte ne etkileyişi ne de etkilenişi kendisinin etkin varlığının bir ifadesidir. Bu düpedüz rüzgârda savrulan bir yaprağın deviniminden ibarettir.
Spinoza, karşılaşmaların sıklıkla edilgin muhatabı olan bireyin öznel edilgin arzuları uyarınca yaşayıp gitmekten ibaret bir döngünün kurbanı olacağını söyler. Hâlihazırda çoğumuzun deneyimlediği gündelik hayat bu türden öznel edilgin arzuların insafına bırakılmıştır. Buna karşın, insanın -zorlu bir çabayla da olsa – aynı zamanda öznel etkin arzuların belirleyeceği devinimlerin aktörü olması da olanaklıdır. Ama bu olanak tek başına bireyin kişisel gelişim çarelerine başvurarak başarabileceği bir iş değildir; “etkin etkinlikler” adını verdiğim türde etkinlikleri çoğaltma çabasındaki insanların kolektivitesini gereksinir. Başka bir deyişe, çokluklar açısından yeni bir gündelik hayatın olanağı, etkin olmanın en geniş nesnel gerçeklik düzleminde ne anlama geldiğini anlama çabası gösteren, bu çabayla öznel etkin arzuları tanıyan ve devinimlerini bu türden etkin arzuların belirlediği bireylerin yaratacağı bir kolektiviteye bağlıdır.
Modern hayatın içinde formumuzu oluştururken başkalarının filtrelerinden sıyrılamadığımız, onların gözüne göre şekillenmekten kurtulamadığımız için kendimizi açıklama, anlama ve anlamlandırma yetilerimizi neredeyse yitirdik. Gündelik yaşamın içinde barındırdığı etkileşimler ve karşılaşmalar devam ederken sizce bu aşinalık hissinden kurtulmak mümkün mü?
Naturans üst başlığıyla yazdığım üçleme sorunuzun yanıtını geliştirme çabasının bir ifadesidir. Yerleşik düşünce alışkanlıklarımızda köklü bir değişiklik gerekiyor. Çünkü bu düşünce formlarına yaslanan dünya görüşleri insanı kendisinin de bir dönüştüren ve dönüştürülen olarak parçası olduğu nesnel gerçeklikle upuygun bir kavrayış üzerinden ilişki kurmasına olanak vermiyor. Olağanlık gündelik hayatlarımızı benzerlikler üzerinden esir alırken, birey etkide bulunma ve etkiye uğrama gücünü çeşitlendirecek etkinliklerle karşılaşmıyor bile.
Sözünü ettiğim bu yerleşik düşünme alışkanlıkları nesnel gerçekliğin devinimine iyi eşlik etmemize olanak verecek ölçüde akışkan değil. Fransız düşünür Deleuze’ün bir ömür boyu peşine düştüğü türden bir “fark” kavramını anlamakla sağlanacak bir akışkanlık, bireyleşim, plastisite bu yerleşik düşünce alışkanlıklarının dondurduğu dekorların arasında dolaşırken dikkatlerden kaçıyor. İnsan yaşamı, donmuş dekor parçalarından ibaret bir sahnede gerçekleşen bir oyuna dönüşmüş durumda. Zaman zaman dekorun biri ya da diğerinin eridiğini görsek de sistem alıştığımız sabit ve kararlı unsurlardan örülü algımızı sürdürmek üzere dondurucuyu yeniden çalıştırıyor.
Sorunuzda geçen “aşinalık” kavramı sahiden önemli. İnsan, bir anlamda, aşina olduklarıyla yetinmek zorunda bırakılarak “yeni”yi olanaklı kılacak devinime eşlik edemez hâle geliyor. Zihnimizi aşina olana kelepçeleyen bu yerleşik düşünce alışkanlıklarından çıkmanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Aslında “etkinlik” kavramını kitabımda merkezi bir konuma yerleştirmemin sebebi de bu. Çarenin karşılaşma ve etkileşimlerimizi çeşitlendirecek etkin duygulanışları kavramakta yattığını düşünüyorum.
Kişisel ve sosyal hayatımız kuşatıcı nesneler, konforlu sayılabilecek fikirler tarafından sarılmış durumda. Böyle olduğu için de çoğu zaman kendi yaşamlarımızın öznesi olduğumuzun farkına varamıyor ya da nesnelerle kurduğumuz ilişkilerin boyutlarını anlamlandıramıyoruz. Bu noktada gündelik yaşamın farkındalığı bir anlam verebilir mi bize?
Sorunuzda sözünü ettiğiniz “kendi yaşamlarımızın öznesi olmak” maalesef yukarıda kısaca değindiğim yerleşik düşünce formlarından belki de en kusurlu olanı. İnsan daha en baştan kendisini doğada eşi benzerine rastlanmayan bu tür bir aşkın olanağın patronuymuş gibi düşünüyor. Oysa böyle bir olanak gerçekliğin tanıdığı bir şey değil. Yani hiçbir varlık zorunlu karşılaşma ve etkileşimlerle belirlenen sonlu var oluşunun mükemmel kaptanı değil. Doğa böyle bir mükemmel kaptan tanımıyor. Gerçekliğin tanıdığı muhataplar, belli bir etkinin kaynağı olacak ölçüde güç birimine dönüşen sonlu yoğunluklar. Güç birimleri ifade ettikleri gücün çeşidi ve düzeyi ölçüsünde gerçekliğe eşlik etme deviniminin geçici uğrakları. Dolayısıyla bir şeyi, o şey her neyse, değişmez, sabit, kararlı bir özün ifadesi kılan aşkın bir plan yok. “Öz” kavramını ağır ağır dilimizden çıkarmamız gerekiyor. Dolayısıyla bu tür bir özden türeyen özne, o öznenin mutlak failliği ya da patronluğu da büyük ölçüde insanca bir yanılsamanın ifadesi.
Faillik her güç birimi için sonlu, değişken, artma ya da azalma eğilimi gösteren bir kavrama dönüşmeli. Bu anlamda insan da dahil her güç birimi, ancak karşılaşmaları ve etkileşimleri ölçüsünde, “dolanık” bir failliğin konusu. “Ben” ya da “özne” dediğimiz her şey her zaman bir dolanıklığın ifadesi. Bu saptama bize ne söylüyor? “Ben” dediğim şey her neyse, şimdi olduğu şey olmaya mahkûm değil; ama “yeni” bir şey olabilmesi de salt kendinde bulunan sözde bir özün kudretine bağlı değil. İnsan da dahil her varlık ifade ettiği gücün çeşidi ve düzeyi ölçüsünde, karşılaşmaları ve etkileşimleri uyarınca olduğu şeyden bambaşka bir şey olabilir.
Gündelik yaşamı belirleyen birden fazla unsur var. Her sabah uyandığımızda bizden azade belirlenmiş rutinler, devinimler, karşılaşmalar, etkileşimler, arzular, ihtiyaçlar ve sorumluluklar üzerimize üşüşüyor. Gündelik hayatın kuşatıcılığı merak etme güdümüzü yitirmemize de sebebiyet verebilir gibi geliyor. Bu noktada tüm kuşatıcılığın etrafında merakımızı diri tutmak ne kadar mümkün? Bize ne/nasıl rehber olabilir?
Yukarıda değindiğim gibi, mutlak patron bir özne fikrinden çıkıp “dolanık bir fail” anlamında epeyce gevşek bir özne fikrine yaklaşmamız gerekiyor. Bu fikrin bize söylediği en önemli şey bu türden dolanık failler için gündelik yaşamın tüm karşılaşma ve etkileşimin gerçekleştiği belirlenimin temel çevresi olduğudur. Başka bir deyişe, bir temel karşılaşma ve etkileşim çevresi olarak ancak gündelik yaşamlarımız olanak verdiği ölçüde ifade ettiğimiz gücün çeşit ve düzeyini artırabiliriz. Kitapta sözünü ettiğim etkin etkinlikler kuramının önemi buradadır: Bir gündelik yaşam ne ölçüde etkin etkinliklerle meşgulse o ölçüde gerçekliğe iyi eşlik etme pratiklerinin parçası olur. İşte bu da öznel etkin arzularla devinme çabasında olanların yaratacağı kolektivite fikriyle ilgilidir. Bu kolektivite genişlediği ölçüde gerçekliğe iyi eşlik etme çabalarının eyleme gücü artmakta ve gündelik yaşam çevresinin dönüşümü gerçekleşmektedir.
Neoliberal kapitalist gerçeklik, yeni bir gündelik yaşamın olanağı sorusunu öteleten ve bu aşamaya kadar tespit ettiğimiz tüm engellerle ilişkilidir: Statik özne fikri, bu türden sözde öznelerin edilgin arzuları, bu arzularla yetinmenin rızasını her gün üreten olağanlık rejimi, karşılaşma ve etkileşimler açısından olabildiğince yoksullaştırılmış bir gündelik yaşam döngüsü bir anlamda işlerin hep gittiği gibi gitmesinin minicik bir azınlığın çıkarlarıyla uyumlu zorunlu istikameti gibi gösterilmektedir.
Spinoza’yı “bir gündelik yaşam filozofu” olarak nitelendiriyorsunuz. Bu niteleme “yeni gündelik yaşam” pratiği hakkında size ne tür imkânlar sağlıyor?
Evet, bana göre Spinoza tastamam bir gündelik yaşam filozofudur. Çünkü işe gerçekliğin neliğini anlamak üzere en geniş çerçeveden başlar ve tümüyle önyargısız ama asla naif denemeyecek biçimde bu anlama tarzını örgütler. Gerçeklik, doğa, tanrı ya da töz Spinoza’ya göre kendi kendisinin nedeni bir güç ifade etmekliktir. Gerçekliğin içinde ve aracılığıyla var olan her sonlu şey bu bir ve tek güç ifade ediş oyununun geçici katılımcılarıdır. Gerçekliğin ne katmanı vardır ne de hiyerarşik bir yapısı; oyun tüm katılımcılar için aynı içkinlik düzleminde sürer. İnsan da sözcüğün herhangi bir anlamında istisna değildir. Karşılaşma ve etkileşimlerden örülü bu içkinlik düzleminde, insan da nesnel gerçekliği daha az yanılgılı kavradığı ve ona iyi eşlik ettiği ölçüde bu oyun sevinçli bir deneyime dönüşür. Etkin olmak bu anlamda gerçekliği olabildiğince az yanılgılı kavrama ve ona iyi eşlik etme çabasıyla eş anlamlıdır. Etkin olmak bir iradenin sonucu değildir, gerçeklik hakkında ancak upuygun bir kavrayıştaki artışla olanaklı etkin bir arzu duygusunun sonucudur. Etkin arzunun devindirdiği birey karşılaşma ve etkileşimlerinden güç, sevinç ve bilgelik devşirir. Bu türden bireylerin yaratacağı kolektivite gündelik yaşamı dönüştürme gücünü artırır.
Spinoza bu kısa uslamlamanın her adımını muazzam bir sabır ve titizlikle örerek başyapıtına o ismi bu gerekçelerle verir: Etika.