“Niye yazıyorum?” sorusuyla başlıyor Ercan Kesal’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı. İsmini Nurullah Ataç’ın “cinema” kelimesine karşılık önerisi “cin aynası”ndan alan kitabında Kesal, “kendi kendimizle derdimizin” sır kâtipliğini yapmaya devam ediyor. “En azından yazdım işte, demek için yazıyorum” diyor ve başlıyor.
Kesal’ınki bir nevi diğerkâmlık. Geçmişin bugünle iç içe geçtiği anlatısında bir yandan bu coğrafyanın insanlarının benliğine kazınmış acıları, tasaları, unutulmuş ya da unutturulmaya çalışılmış olanları ince ince işlerken; diğer yandan hakkı teslim edilmemiş, kıymeti bilinmemiş, gözyaşı kurumamış, hevesi kursağında kalmış, sırrına erilememiş, bile isteye silinmeye çalışılmışların kırgınlığını ve bilinemezliğini paylaşıyor.
Önceden çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış yazılarının yanı sıra ilk kez bu kitapta karşımıza çıkan kısa anlatılarında Kesal; kendi geçmişinden, anılarından, öğrencilik yıllarından, doktorluğunun ilk zamanlarından bahsederken; bir yandan da insanlık hallerine, ölüme, zulme, kötülüğe, umuda, edebiyata ve sinemaya dair “sohbet” ediyor okuruyla. Kitabın yalın ve samimi dili de anlattıklarıyla örtüşür nitelikte.
Cin Aynası için sadece bir edebiyat ürünü; deneme, anı ya da yarı otobiyografi demek doğru olmayacaktır. Bir yanıyla bir iç dökme Kesal’ınkisi. Hafızası kadar yüreğinde de yer eden geçmişe tuttuğu aynasında “unutursak kalbimiz kurusun” derken, Anadolu toprağının en has geleneğinden besleniyor: Ağıt. Cin Aynası bir ağıt romanı aynı zamanda. Üstelik öyle içeriden bir yerden geliyor ki bu ağıt, yazar-okur ilişkisinden sıyrılıp aynı hüznü taşıyanlara yaslıyor omzunu.
Diğer yandan yine çok da yabancısı olmadığımız bir şey yapıyor; hüzne ve acıya rağmen neşeyi muhafaza ediyor. İnsanı onca kötülüğe rağmen ayakta tutacak bir şey varsa o da neşedir; neşe ise kaynağını sevgiden alır, buna inanırım. Kesal’ı okurken tekrar tekrar bunu düşündüm. Her şeye rağmen gülümseyebilmeyi, umudu yitirmemeyi ve sevme duygusunu. Ancak sevmeyi bilenler paylaşabilir çünkü. Kederini de mutluluğunu da. Bellek acının eviyse eğer, yürek de o evin en sıcak odasıdır.
Sinemanın gücü zamanı mühürlemesindedir. Beş bölümden oluşan kitabın son bölümü, beş kısa anlatıyı bir araya getiriyor. Bunlar, Kesal’ın sinemayla kurduğu gönül bağının ve çeşitli tesadüflerin hikâyeleri. Filmler zamanla oynar, onu başa sarar, tekrar oynatır, durdurur, ileri alır. Kopan yerlerimizi onaran bir büyülü andır film seyretmek. “Artistlik Yapan Artisttir” bölümü iyi sinemacı kimdir sorusunun da peşinden gidiyor. Varoluşunu fark ettiği günden bu yana, içindeki boşluğu doldurmanın peşindeki insanın merhemi filmlere dair “iyi film güçlü filmdir, insanın kalbinde kıvılcımlar çakar” derken filmlerin de canı vardır diyor bir bakıma.
Kitabın sonlarına doğru yaşlı bir adamın hikâyesini okuyoruz. Ünlü bir saz ustası olan bu adam, herkesin sahip olmak istediği sazlarından birini, bir delikanlının önünde kırıverir ve şaşkın bakışlı delikanlıya sazı uzatıp şöyle der “sazın büyüsü yarasındadır”. Bu çok kısa hikâye Cin Aynası’nın derdini öyle güçlü anlatıyor ki. Duende; yani içimizdeki yaranın bize bahşettiği o şey... “Yaşadıklarımızdan kalan ve hiç kapanmayacak yaralarımızın, iyileştikleri sırada ruhumuzdan çıkardıkları o saf ve benzersiz yetenek”. Cin Aynası, okurunu bu toprakların gömülü ruhunu çağırmaya davet ederken; köklerimizdeki saklı, gizemli sese, duendemize sesleniyor. Birbirimizin yaralarını, birbirimize dokunmaktan korkmadan iyi etmek. Ölüme meydan okurcasına samimi ve cesur, Eduardo Galeano’dan ilhamla birlikte kurtulabilmek için yeniden buluşabildiğimiz yere duyulan ümit, inanç ve hasretle...
Görseller: Nuri Bilge Ceylan, Julian Schulze, Baciu Cristian