Akın Aksu, ilk romanı Bir Taşra Köpeği ile okurla buluştu. İsmini ve yeteneğini Ahlat Ağacı’nın ortak senaristleri arasında oluşuyla öğrendiğimiz yazar, kitabında tanımadığımız ya da tanışmaya yanaşmadığımız taşrayı, taşraya sıkışıp kalmış insanları anlatıyor.
Akın Aksu’nun Bir Taşra Köpeği isimli romanı geçtiğimiz ay Doğan Kitap tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Akın Aksu, aynı zamanda Ahlat Ağacı filminin oyuncu ve senaristlerinden biri. Zaman, mekân ve insan üçgeninden hareketle kendine dönen ve olanca sakinliğiyle kurduğu hikâyesini bir bütüne kavuşturan Aksu’yla romanının ortaya çıkış hikâyesini, merkeze koyduğu karakterin içinde olup bitenleri ve biraz da taşrayı konuştuk.
Kitabın ortaya çıkış hikâyesiyle başlayalım öncelikle. Sizi ilk cümleye kadar getiren süreç nasıl gelişti?
Unutulmuşluk, başkaldırma isteği, öfke. Çıplak bir şekilde, kısa ve öz olacak şekilde görünenin bendeki izdüşümünü yansıtma isteği. Mezun olduktan sonra boş gezdiğim bir dönem -ki birçok kişi belki daha ağır şekilde benzer dönemler yaşamıştır-, arada çeşitli işlerde çalışıyorum. İnsanların büyük işler yaptıklarını görüyorum, duyuyorum, filmler çekiliyor, kitaplar yazılıyor, ben ise arka sokaklardaki bir köhne emlakçıyı, kentin dışındaki bir tuvaleti bekliyorum. Ne yapabilirim, kendi halimi ve çevremde gelişenleri yazmaktan başka. Burada yapabileceğim en mantıklı şey, dürüst olmaktı, ne hissediyorsam onu yazmak. Bunun yanında sıradanlığı, bana tuhaf gelen olaylarla çarpıştırmak istedim, notlar almaya başladım. Böyle başladı.
Bir Taşra Köpeği’nde merkeze aldığınız karakter, bir hedefe yönelmeden kendi içinde ve dâhil olduğu diğer tüm alanlarda savruluyor, çoğu zaman ise eğreti duruyor. Mezun, işsiz ve her şeyin farkında. Bu kadar farkında olmak ağır geliyor gibi. Böyle bir ağırlıktan ya da fazlalıktan söz etmek mümkün mü?
Daha ağır bir durumu var karakterin. Belki de ömür boyu kendisine rahat vermeyecek bir gerilim bu. Aklı, duyguları sürekli değişim halinde. Kötülük olarak belirlenmiş alana da özgürce dalmak isteyen, bu yönüyle pervasız. Benliğinden çıkmak isteyen bir tarafı var. Yaşam ile kurduğu bağ çok özel.
Karakterin yer yer karşılaştığı ve takip ettiği sokak köpeğiyle benzer yanları olduğunu da düşündüm kitabı okurken. Kendini köpekte arıyor gibiydi daha çok. İnsanın kendini araması olarak da okunabilir Bir Taşra Köpeği. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Evet, bir özdeşim var orada. İnsanlara karşı kör olan kalbi bir sokak köpeğine açılıyor. İçinde birikenler doyma noktasına ulaşıyor bir anda. Yenilenmeye duyulan bir ihtiyaç gibi onun için bu durum. Kendini aramaktan çok, zincire vurulmuş gibi hissediyor orada, bir köpekte kendisinin, tüm insanların çırpınışını, kaderini görüyor. Duygusuzluğu kendine zarar verecek raddeye ulaşıyor köpeği ölmüş gördüğünde ve içinde buna karşı koyan bir duygu ile adeta rahatlıyor, insan olduğunu anlıyor.
Mekân, iç içe geçmiş insan ilişkilerinin yoğun olduğu bir alanda yoğunlaşıyor kitap boyunca. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir yer. Sanki büyük bir kırılma bekleniyor insanlar tarafından. Aydınından esnafına herkes bu hâl içinde. Aynısını olmasa da biçimsel olarak farklı pek çok bozukluğu büyük şehirlerde de zaman zaman yaşıyoruz. Buradaki sıkıntının temelinde ne var sizce?
Aslında ben sıkıntı olarak görmüyorum, sadece karakterleri böyle kalabalık alanlara sürüklemek hoşuma gidiyor. Yoksa sosyal alanlarda vakit geçiren, uzun uzun konuşan insanlara imreniyorum. Bir çay bahçesinde örneğin, parkta, basit ama hayatı oralarda duyumsuyorum. Böyle yerlerde vakit geçiren, mutlu olan insanların arasında ben de mutlu oluyorum. Bahsettiğiniz kırılma meselesi herhalde romandaki ritim ve karakterlerdeki telaş ile ilgilidir.
İnsanların gündemi pek değişmiyor, değişse de aynı noktaya dönüyor her seferinde. Hatta diyaloglarda aynı sözcükleri tekrar eden karakterlerle karşılaşıyoruz. Kontrolsüz bir iletişimden bahsetmemiz mümkün mü?
Öncelikle, herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kentte yaşamanın bir tür felaket olduğunu düşünüyorum. Bir odada yaşar gibi o kente mahkûm olmuş, sizin sürekli ne yaptığınızı bilen, sizi değerlendiren, niyetlerinizi okumaya çalışan, yargılamaya hazır insanların oluşu bence kötü bir durum. İnsanlar mutsuzluğun, pişmanlığın bedelini başkalarına ödetirler. Sorumluluğun, sorunun, öncelikle kendilerinde olduğunu düşünmek istemezler.
Karakterin çevresinde birbirine taban tabana zıt görüşlere sahip olanlarla birlikte pek çok farklı profilden insan var ancak o hiçbir kesime ait değil. Bu aitsizliğin parçaları/bütünleri hakkında neler düşünüyorsunuz?
O kendine hiçbir tanımı yapıştıramıyor. Kimlik kaygısı yok, daha temel, kendini ikna edecek, yatıştıracak gerçeği arıyor. Her şey ona bir oyun halinde görünüyor, hayatın ciddiyetinde değil. Saygı, sevgi, nezaket yönünden biraz kurak. Kuruluk ve kasıtlılık var. Çevresi de farklı değil gerçi. Hayatı kalın çizgilerle görüyor. İncelikli düşünmenin bile ona sahte gelen bir yanı var.
Bir hedefin varlığı kişide eylem ihtiyacını doğurur çoğu zaman. Ancak başkarakterin böyle bir eylem içerisinde olmadığı hissediliyor. Yukarıda bahsettiğimiz savrulma haliyle bir bağlantısı var mı bu durumun?
Sürekli bir kaçınma isteği olsa da bunun gerçekleşmesi hiçbir insan için mümkün değil tabii. Yaşadığı bölünme onu kişiliğine hapsolmaktan kurtarmış. Tüm doğrular eğri onun gözünde, her şey anlamsız, geçici ve haliyle eyleme geçmenin, sondan başlamak şeklinde bir doğası var onun için.
Kitap boyunca herhangi bir kadın karakterle karşılaşmıyoruz. Özellikle kurgulandığını düşündüm.
Özellikle kurgulanmış olmasa da, yazmaya başladığım dönem ağırlıklı olarak erkeklerin dünyası içindeydim. Kadın karakterler yok değil, sadece diğerleri kadar etkin değiller.
Son olarak sizdeki taşrayı merak ediyorum. İnsan her yerde insan belki ama peki ya taşra? Sizce taşra neresi?
Yaşarken, her an başka bir yeri özlememe sebep olan yer. Biteviyelik.
Akın Aksu'nun fotoğrafları dışında kullanılan fotoğraflar Vadim Karnakhin'a aittir.