Bugünün dünyasının kurulduğu bir dönemde, 1800'lerin sonunda geçen, "barış"ın başkahraman olduğu bir roman Barış Makinesi. Gazeteci, yazar ve akademisyen Özgür Mumcu ile edebiyat dünyasına ilk adımı olan romanı üzerine bir söyleşi...
Barış Makinesi,(April, Haziran 2016) 'acayip' bir anlatı. Roman denir mi, bilmiyorum. Hem de niye denmesin? Roman da artık şiir gibi bir şey oldu, sürekli deneniyor. Hani, Turgut Uyar yaşasaydı, romanı denerdi gibime geliyor. Ayrıca, edebiyat eleştirisinde yeri yok ama, ben yazıda 'niyet'e inanırım, roman niyetiyle yazılıyorsa roman, şiir niyetiyle yazılıyorsa şiirdir diye düşünürüm. Barış Makinesi'ni yazarken senin niyetin neydi, nasıl çıktın yola?
Barış Makinesi’ni yazarken aklımdaki bir hikayeyi anlatmak amacıyla yola çıktım. Biraz da hikaye kendi biçimini belirliyor galiba. Kendimi serbest bıraktım ama temelde roman kalıpları içinde kalmaya gayret ettim. Yine de bazen kendimi tutamayıp içine başka biçimlerde anlatılar da serpiştirdim ama bunun hikayenin düzenini, akışını bozmaması için de uğraştım. Neticede, roman niyetiyle yazdım. Ama hikayenin bütünlüğünü bozmadığı sürece roman formunu kimi yerlerde esnetmenin de eğlenceli olduğunu kabul etmeliyim. Roman okurken çok da hoşlandığım bir şey değil bu. Okurun dikkatini gereksiz yere dağıtmayı anlamlı bulmuyorum. O sebeple okurun dikkatini gerekli yerlerde dağıtmayı amaçladım. Sonrasında daha etkileyici bir şekilde toplamak üzere.
Dedim ya, roman da artık şiir gibi bir tür 'deneme'. Hem türlerarası bir deneme hem de romanın kendi içinde bir deneme. Barış Makinesi'ni bitirdiğimde, nasıl bir kitapla karşı karşıya olduğumu sordum kendime: Tarihi, polisiye, böyle söylemek artık doğru mu ama postmodern, poetik, politik, güncel, ironik, mizahi, klasik, modern, toplumsal, jeopolitik, biyografik ve elbette fantastik bir roman ya da yazınsal yapıt. Yani bu saydıklarımın hepsini bünyesinde toplayan ve 'karnavalesk' yapıda bir roman. Şimdi bu bilinçli bir tutum muydu diye sorabilir miyim, yok değilse, şöyle mi oldu, okumak istediğin gibi bir roman mı yazdın?
Elbette, insan okumak istediği kitabı yazmak ister. Öte yandan okumak istediğim kitapları başkalarının yazmasını tercih ederim. Belli bir türe sokmak gibi bir derdim olmadı ama aslen bir macera romanı. Daha doğrusu birkaç katman var. Dileyen sadece bir macera romanı olarak okusun, dileyen diğer katmanları keşfettikçe keyif alsın istedim. Bir anlamda sağa sola çok vurgulamadığım ufak işaretler bıraktım. Bir şiirden iki dize, siyaset felsefesinin eski tartışmalarından bir parça, günümüzde olan bitene zaman zaman göz kırpmak gibi. Karnavalesk yapı tam da arzu ettiğimdi. Şenlikli işleri oldum olası seviyorum. Şenlik de ciddi bir iş olduğu için çok katmanlı olmalı belki de.
Romanın dönemi, yani 1800'ler sonu, romancılar için her bakımdan verimli, bereketli bir dönem galiba. Dönem öyle de, romandaki yerli, yersiz, Osmanlı, Fransız, Sırp ve diğer karakterler de bir hayli enteresan. Adeta bir 'insan sirki'ndeki olayları, entrikaları hem heyecanla izliyormuş gibi oldum hem de kitabı eğlenerek okudum. Çünkü en 'olumlu' karakterleri bile 'karikatürize' ederek yazmışsın...
Öyle. İnsanlık bütün mümkünlerin kıyısında. Turgut Uyar’ı anarsak “bu karanlık bir şeydi.” Hem de sevinçli bir şey bana kalırsa. Asıl önemlisi de kaygılı bir şey olması. Bir yandan da bir ilk küreselleşme yaşanıyor. Farklı milletlerden gelenlerin birbirleriyle tanışması, beraber hareket etmesi geçmişe göre çok daha kolay. Karakterlere ilham verebilecek gerçek tarihi şahsiyetler ya da tiplemeler de var ve haklarında çok bilgi mevcut. Böylelikle kendimi bir hikaye anlatmak için rahat hissettiğim bir zamanda buldum. Pek bir karakterin tarafını tutmak istemedim. Malum, karakterlere boyut kazandırmak için olumsuz görülebilenin de haklı olabileceği, olumlu görülenin de zaaflarının olabileceğini aktarmak önemli. Bu neden onları karikatürize ederek yapılmasın diye düşündüm. İyi bir editör kadrosuyla çalıştım, onlar da cesaretlendirince böyle bir insan sirki çıktı. Riskli ama bilinçli bir tercihti.
Tam da 'insan sirki' demişken, yine o dönemle ilgili olarak, bir söyleşinde 'elektrik büyüsü'nden söz ediyorsun. Tesla'dan, Mark Twain'in deneylerinden, Sherlock Holmes'ün yazarı ve senin deyiminle 'acayip metodik ve rasyonel bir adam' olan Arthur Conan Doyle ve sihirbaz Houduni'den. Bu nasıl bir dönem böyle, nasıl bir büyüsü var ki romana da ışığı yansımış...
Metafizikle bilimin birbirine girebildiği bir dönem. Teknolojik gelişme büyü gibi. Asırlardır metafizikle yoğrulmuş insanların bu gelişme karşısında düşünce tarzlarını değiştirmesi pek güç. Bu sebeple her şey birbirine giriyor. Ortaya da sirk gibi bir ruh hali çıkıyor. Elbette işin içinde eski sömürge imparatorluklarının ekonomik ve teknolojik gelişmeler sonucunda sürdürülemez hale gelmesi ama bunu fark edememeleri de var. Çok değil elli sene sonra Birleşik Krallık’ın ya da Fransa’nın değil ABD ve Sovyetler Birliği’nin dünya hakimiyeti geliyor. Her anlamda daimi ve uzun süren bir yer sarsıntısı. İnsanlar, fikirler, devletler de bu sarsıntıda bir yerlere tutunmaya çalışıyorlar. Bir gün dine diğer gün bilime ertesi gün milliyetçiliğe. Düşmemek isteği çok kuvvetli bir içgüdü.
Niye 'tam zamanında bir ilk roman' ? Yani sınırötesi meselelerden mi yoksa İbni Haldun'un 'coğrafya kaderdir' sözü en çok 100 yılda bir büyük savaşlarla, parçalanmalarla doğrulandığı için mi, şu hep çıbanbaşı olan barış yüzünden mi yoksa?
Romanın geçtiği dönem bugün bildiğimiz dünyanın ve siyasi yapının kurulduğu bir zaman dilimi. Hemen ardından gelen iki dünya savaşı yaşadığımız dünyayı oluşturdu. O dönemdeki bilimsel gelişmeler teknolojik bir devrime yol açtı. Her şeyin kırılmaya, bükülmeye başladığı bir devir. Bu bakımdan günümüze çok benziyor. İnsanlığa müthiş bir umutla, siyasi toplumsal gerginliklerin aynı anda var olması söz konusu. Bu gerginlik dünya savaşlarıyla sonuçlanıyor. Çok benzer bir dönemden geçiyoruz ki kitap yayınlandıktan sonra yayımlanan bir röportajda, Birinci Dünya Savaşı'nın öncesi hakkında yazan profesör Margaret Macmillan’ın da aynı kanıyı paylaşması, çıkış amacımın yanlış olmadığını gösterdi. Tabii, bundan memnun olduğumu söyleyemem. Bir hayli kaygı verici.
Altıncı soruya geldik ama ben yine de 'her şeyden önce' demek istiyorum. Her şeyden önce, olağanüstü bir yazı dilin ve anlatımın var. Su gibi akıcı, tıkır tıkır işleyen, 'envai çeşit' lezzetli ve daha bunlar gibi pek çok şey de eklenebilir bu tanımlara. Dil tutumun zaten bölüm başlıklarında da gösteriyor kendini, daha 1. bölümün başlığı “Tekerlemenin Tekeri”. Tekerlemeli şekerlemeli şirin bir kitap. Yer yer masal diliyle anlatıyorsun. Tek perdelik bir oyun bile var kitapta. Kelime oyunları da gayet güzel, yerinde, usturuplu, yani göz çıkarmıyor. Benim bir eleştirim var, karakterler yer yer Kemal Tahir kahramanları gibi konuşuyor, uzun uzun meseleleri anlatıyorlar, çözüm getiriyorlar, o bölümler roman yapısı için de hayli yorucu ve durdurucu bana kalırsa...
Çok teşekkür ederim. Yazı dili ve anlatımın akıcı olması için hem ben çok özendim hem de başta Egemen İpek, editörler bir hayli uğraştı. Defalarca, satır satır doğru ritmi, sıfatı, kelimeyi yakalamak için çalıştık. İyi ki de aceleye gelmemiş. Sinemadaki post prodüksiyon aşaması film için ne kadar önemliyse, edebiyatta da öyle bence. Kemal Tahir en sevdiğim yazarlardan biri. Belki serde akademisyenlik de olduğundan öyle uzun pasajlardan hoşlanıyorum. Bir de kitabın atmosferine böyle uzunca tiratlar atan karakterlerin uygun olduğunu düşündüm. Biraz da bu uzunca konuşmalara alıştırma olsun diye ufak bir tiyatro oyununu ekledim. Kitabın akıcılığıyla yer yer tezat oluşturabileceğini kabul ediyorum. Ama bazen de oturup soluklanmak fena olmaz belki. İşin biyografik bir kısmı da olabilir. Ben de sevdiğim bir konuyu anlatırken gevezeleşebiliyorum.
Hayal gibi mi desem rüya gibi mi, öyle bir kitap. Bazı söyleşilerinde kimi bilgilerin ve karakterlerin gerçek olduğunu ve dönemin gazete kupürlerinden de yararlandığını okudum. Bu kolaj ya da harmanlama diyelim, yani kurguyu yapmak için nasıl bir yöntem izledin, neler yaptın, nasıl çalıştın ve nasıl hazırlandın kitaba? Kaynakların, okumaların nelerdi?
Başta o zaman dilimiyle ilgili kimi temel tarih kitaplarını okudum. Oradan bulduklarımı yine tarih makaleleriyle derinleştirdim. Sonrasında iş mesela kraliçe Draga hayranlarının Sırpça forumlarını Google’ın tercüme servisiyle dolaşmaya kadar vardı. Çok gerçekçi olmak gibi bir kaygım yoktu. Yine de mesela İstanbul’da mezbahalar neredeydi, posta vapurları işliyor muydu, Paris’te elektrik santralinin yeri neredeydi gibi ayrıntılarda tarihi hata yapmamak için uğraştım. Fantastiğin sağlam bir tabana oturması gerektiğini düşünüyorum. İşin araştırma kısmı çok eğlenceliydi.
Kitaptaki her şeyin 'etimoloji'sine gittiğini söylüyorsun, belli oluyor bu. Örneğin Sahir karakteri ya da başka isimlerin anlamlarını, kökenlerini araştırarak kullanıyorsun. Yukardaki sorularda kitabın dilinden söz ederken bunu da söylemek istiyordum aslında. Öte yandan unutulmaz sözler seçkisine girebilecek aforizmalar da var, “Bir mektubu okuyan, kalemi değil, kağıdı elinde tutar ve dokunmak görmekten daha ikna edicidir.”, “Ancak göz görmek içindir, seyahat etmek için değil.” gibi. Gündelik hayatta, akademide aforizmalarla aran nasıl, özellikle son yıllarda bir aforizmalar toplumu olduğumuzu düşünerek değindim buna. Barış Makinesi için yapılmamış ama, son yıllarda hemen pek çok romanın tanıtımında bir özlü söz, aforizma, unutulmaz bir cümle beliriveriyor...
Aforizmalardan çok hoşlanmam. Özellikle, bu zamanlarda aforizmalardan iyiden iyiye usandım. Ancak romanda hikayeye hizmet ettiği ya da karakter özelliklerini vermek için gerektiği sürece aforizma kullanmakta bir sakınca yok. Yeter ki iş aforizma için aforizma kolaycılığına gitmesin.
“Ütopyayla distopya arası bir yerdeyiz” diyorsun ya. Ben de bunlardan yola çıkıp, 'bitopya' diye bir kavram uydursak diyorum. Yani hem ütopya hem distopya ya da ne ütopya ne distopya, dediğin gibi bir 'ara-kavram'. Belki de buna ihtiyacımız var, yoksa dediğin gibi işimiz çok zor, hatta distopya ötesi! “Krallar, sultanlar, kraliçeler, tiranlar defedildikten sonra, bütün devletlerde ahali söz sahibi olacak. İşte o gün bir makine dünyaya barışı getirecek.” Ah, nerde o günler!
Belki de orası araf. Tabii, ütopya ve distopya da metafizik kavramlar. Cennet ve cehennemi çağrıştırmaması mümkün değil. Barış makinesi fikrinde de mesianik bir taraf var. Karakterler de mesianizmle nihilizm arasında savruluyorlar. Günümüz toplumlarında da bu sarkacı görebiliyoruz. Oysa ben hala akla inanıyorum. Modernizmin yarattığı sancıların çoğulculuk ve rasyonellikle çözülebileceğine dair bir umudum var.
Sevgili Özgür Mumcu, ilk romanın Barış Makinesi, bana olağanüstü br okuma deneyimi yaşattı, kutluyorum. Söyleşi önerimi kabul edip sorularımı yanıtladığın için de çok teşekkür ediyorum. Hiç kuşkusuz sormayı unuttuğum pek çok soru vardır. Son soruyu senin sorup yanıtlamanı rica ediyorum.
O vakit yeni bir roman projem olup olmadığını sorayım ve evet diye cevap vereyim. Bu defa yakın gelecekteki bir araftan bahsetmeyi planlıyorum. Ben çok teşekkür ederim.