Robert Seethaler’ın 1960’ların ikinci yarısında Viyana’nın ve Avrupa’nın değişimine dair derin izler barındıran, yola çıkma ve umudun peşine düşme dürtüsüne dair bir hikâye anlattığı romanı İsimsiz Kafe, üzerine bir yazı.
Sıradanlığın ve küçük ayrıntıların büyük hikâyeler taşıdığını; ölümün gölgesinin düştüğü hayatın ve var oluşun kolaylıkla hikâye hâline getirilebileceğini, hatta bunların birer hikâye olduğunu gösteren Robert Seethaler, Bütün Bir Ömür’de “doğduğumuz gün ölmeye başlarız” demişti.
Kişinin iç dünyası ile dış dünyayı birbirine bağladığı ve sık sık psikolojik çözümlemelere rastladığımız Seethaler’ın romanlarında, ölümü düşünenler kadar, ölülerin konuşup içini döktüğü hikâyelerle varoluşçuluğa çalan bir edebî söylem geliştiriyor yazar. İşin içine tarihi ve yaşam öykülerini de katarak bazen kaybettiği zamanın peşine düşen bazen de zamanda sıkışıp kalan karakterlerle buluşturuyor okuru.
Seethaler, Türkçeye Regaip Minareci tarafından çevrilen İsimsiz Kafe’de, yıkıntılar arasından çıkıp hayata karışanlarla, geçmişi sırtında taşıyarak yol alanlarla ve karanlıktan umut çıkaranlarla yüzleştiriyor okuru. Diğer bir ifadeyle yaşamanın ve önüne bakmanın her şeyden (hatta yazmaktan bile) önce geldiğini söyleyen Seethaler’ın tavrıyla paralellik gösteriyor bu metinle hayatın hatıralarla var olduğunu ama ileri doğru yaşandığını anımsıyoruz bir kez daha.
“Geçmişin Bataklığından Parlak Bir Geleceğe”
Roman, 1960’ların ikinci yarısında, Robert Simon’un ayağa kalkmaya çabalayan Viyana’da açtığı kafe etrafında şekilleniyor. Burası, müşterilerin beraberinde getirdiği ve onlar sayesinde yazılan hikâyelerin merkezi.
Simon, kafeyi açmadan evvel pazar yerinde işçi olarak çalışıyor ve daha o günlerde, bölgedeki hemen herkesle ahbaplık kuruyor. Viyana’nın ekonomik olarak az gelişmiş bölgesinde, bir vakitler pazar yeri kafesi olarak işletilen ve sonra kaderine terk edilen dükkân ise onun gözüne kestirdiği, daha doğrusu hayallerini süsleyen bir yer. “Geçmişin bataklığından parlak bir geleceğin doğduğu” günlerde, burada açmayı düşündüğü yeni mekân bir umut demek onun için. İlk müşterilerin gelmesiyle hikâye başlıyor: Yöre halkı, işçiler, pazarcılar, aylaklar, boksörler, esnaf ve Mila…
Aslında Mila bir müşteri değil; trajik bir tesadüf eseri Simon’la tanışıyor ve kafede çalışmaya başlıyor. Böylece hikâyelere bir yenisi ekleniyor.
Mila’nın ve Simon’un müşterilerinden bazıları zengin olmak için her yolu denemeye hazır bazıları ise yediği dayakları hatırlayıp dertleniyor. Kaybettikten sonra sahip olduklarının değerini anlayanlar da kafeye gelenlerden.
“Dönüp bakınca her şeyin olduğundan daha iyi göründüğünü” ve “Viyana’da nazik insanın şüpheli” sayıldığını bilerek yeni fikir ve sürprizlerle kafeyi işleten ikili, her müşteriden yakın geçmişe ve o günlerde yaşadıklarına dair bir şeyler işitiyor. Diğer bir deyişle ne olursa olsun, yaşamın akıp gittiğini ve insanın ayakta kalması gerektiğini hatırlıyorlar. Gururlu ve onurlu bir ayyaş ya da ömrü boyunca çalışmaktan bitap düşmüş biri, bu mecburiyeti ete kemiğe büründürüyor. Başkaları da var elbette; mesela yalnızlıktan mustarip, kiliseyi “Tanrı’nın maden ocağı” olarak gören ve “insan insana muhtaç” diyen bir rahip…
Kafeye gelip dert anlatanların yanı sıra etrafında olup bitenleri, insanların hâlini, 1960’lardaki kaygıları ve yaşamın getirdiklerini de gözlemliyor Simon. Dul bir kadının hayata baktığı pencerenin önüne de geliyor günlük yaşamın akışına kendini kaptıranları anlamaya da uğraşıyor. Karşılaştığı ve neredeyse onlarla beraber dertlendiği insanlara “kayıp ruhlar” diyor.
Mahcubiyet ve mecburiyet arasında salınan bu müdavimler, hikâyelerini anlatarak mekânın hem tarihini yazıyor hem de özgün yanını oluşturuyor. Simon ise boş vakitlerinde, insanın en büyük bilmecesinin kendisi hâline nasıl geldiğini düşünüyor.
Her Şeye Rağmen Umudu Kovalayanlar
Simon’un geçirdiği kaza ve Mila’nın kederle biten hamileliği, ikilinin yaşamında birer eşik. Hayatın bir sürprizi veya cilvesi demek de mümkün bunlara. İkisi de her şeye kaldığı yerden devam etmek zorunda, 1960’ların Viyana’sında 1945 sonrası hayatta kalan herkesin yaptığı gibi…
Kötü bir düş misali geçen bu sürecin ardından Simon ve Mila yeniden kafeye dönüyor, hikâyeler sürüyor. Hastalıklar, yaşama uğraşı, akıl verip akıl isteyenler, öfke nöbetleri geçirenler, yılların yorgunluğu yüzünden yılgınlığa kapılanlar, tortulaşmış yük ve dertleri omuzlarından atanlar bu hikâyelere dâhil. Bunlara Simon’un mutluluğu ve zaman zaman onu yoklayan huzursuzluklar da ekleniyor: “Simon, hayat düzeninin garip bir biçimde bozulduğunu ya da yok olup gittiğini o sıralarda fark etti. Günler uzadıkça uzuyormuş hissi verirken yıllar, soluk birkaç hatıra izinden başka geriye bir şey bırakmadan uçup gidiyordu. Simon, hafta tatili yaptıkları salı günleri, yorgunluktan bitkin bir hâlde öğleye kadar yataktan çıkamıyor ve kafeyi açtığı günleri düşünüyordu. Arada bir kuşkuya kapılmasına ve yaşanan aksiliklere rağmen önünde aydınlık ve olumlu bir gelecek vardı. Geleceğini bu kafede görmüştü, mekân sahiden yavaş yavaş bir kimliğe bürünmüştü, hatta Mila buranın bir ruhunun olduğunu savunuyordu. Yetersizlik duygusu Simon’u bazen uykularından ediyordu; sorumsuzca yaşadığı o rahat gençlik yıllarını, ağır ağır toparlanan ve enkazdan adım adım doğrulan kentte amaçsızca sürüklenmeyi özler olmuştu. Ancak bir yandan da içi umut doluydu.”
Simon, hayalini gerçekleştirip kafeyi açarak büyük bir eşik atlıyor fakat hayallerin gerçeğe döndükten sonra yok olduğu hakikatiyle yüzleşiyor. Dahası, küçük sıkıntıların midesini bulandırdığını ve içindeki boşluğu belirginleştirdiğini fark ediyor. Aşkı paranteze aldığının ayırdına varıyor bu noktada: Başarısız ve mutsuz denemeler, yaşamının bu yeni aşamasında da sürüyor; bir girdabın içine sürüklenmediğine şükrediyor ve kendini işine veriyor yine. Mila da hemen hemen aynı durumda; ayyaş boksörü hayatından çıkarıp zihnini meşgul eden dertten ve içini kemiren boşluktan kurtulmaya uğraşıyor. Kısacası müşterilerin haricinde, Mila ve Simon da yaşadıklarıyla kafede yazılan hikâyenin bir parçası hâline geliyor. Elbette her şey gibi bu hikâyelerin de sonu olduğunu biliyorlar.
İsimsiz Kafe’de hüzünlü, mutlu, trajikomik ve zamanın yıkıcılığına elinden geldiğince direnmeye çabalayan insanların hâl-i pür melâlini, Avrupa ve Viyana’nın değişimiyle buluşturuyor Seethaler. Hayalleri gerçekleştirme arzusuyla yola koyulmayı ve umudun peşine düşmeyi, bir kafe etrafında ince işçilikle romanlaştıran yazar, tarihi ve kurmacayı birleştirerek insanların gündelik yaşamından çekip çıkardığı ayrıntıların var oluşa yön verdiğini gösteriyor.