18 MART, CUMA, 2016

İstanbul'a Yabancılaşmak İyidir Bazen

Şehirle ilişkimizi belirleyen şeyler tanıdıklık, garipseme duyguları en çok. Geçenlerde American University in Cairo Press için bir İstanbul Antolojisi hazırlayan yazar Kaya Genç, İstanbul'a yabancılaşmanın güzelliklerini yazdı. 

İstanbul'a Yabancılaşmak İyidir Bazen

Tuhaflıklarını özleyeceğimi hiç düşünmezdim. Velakin İstanbul'da yaşadıkça şehrin kendine özgü garip yanlarını görmez oldum. İnsan artık fark etmediği şeyleri özler hayatta: Sevgilimizin her hareketi ilk başta gariptir, alışırız sonra ve görmemeye başlarız. Kendimi tuhaf şehrimi özlerken buldum.

Bundan 11 sene evvel, 2005'de Amsterdam'dan İstanbul'a döndüğüm gün, Yeşilköy'de, havaalanının çevresinde trafik kilitti. Öndeki arabadan çıkan cüsseli adam elindeki beysbol sopasıyla yanındaki arabanın üzerine yürümüştü. Mecidiyeköy'den Fulya'ya inen yokuşun açısı doksan dereceydi. Trafiksiz, kavgacı insansız, düz şehir Amsterdam'da yaşamıştık üçümüz: Hollandalı, Kanadalı ve bir de Türkiyeli öğrenci. Bana geri dönme, burada kal, bizimle yaşa demişlerdi. Amsterdam'dan sonra İstanbul'a alışabilir misin ki diye sormuşlardı kanalın sularında yüzerek önümüzden geçen bir kuğuya bakıp. Şimdi İstanbul'dayken bu sahneyi hatırlamıştım: Amsterdam'ı normal gören gözlerimle baktığımda İstanbul bana tuhaf, garip, anlaşılmaz gelmişti.

Ama bir yandan da yeni bir şehirdi bu. Bundan üç sene önce Ortadoğu'nun en büyük İngilizce yayıncısı, American University in Cairo Press benden bir İstanbul kitabı hazırlamamı istediğinde, İstanbul'a ilk dönüşümdeki bu duygular aklıma üşüşüverdi. 

İstanbul'un farklı köşelerine gidiyor, şehre dair yazılanları bir araya getiriyordum. Ernest Hemingway'in, Theophile Gautier'nin, Mark Twain'in ve Herman Melville'in İstanbul'u nasıl tarif ettiklerine bakıyordum. Amsterdam'dan buraya döndüğümde ben de onlar gibi hissetmiş, Brecht'in kapitalizmin yabancılaşmasının bir panzehiri olarak önerdiği tiyatro yabancılaşmasının manasını kavradığımı düşünmüştüm. Brecht, bir tiyatro oyuncusuyla özdeşleşememesinin, seyircinin dünyaya dair farkındalığınını artırması için bir yol olduğunu söylemişti. İstanbul'la özdeşleşemediğimde benim de dünyaya bakışım genişleyivermişti.

Şehir daha önce bana nasıl doğal gelmiş ve döndüğümde yapısal eksikliklerini önüme sermişse, o eski seyyahlar için de İstanbul'u her şeyden evvel eksiklik ve gariplikleri belirlemişti. Günlüklerini, gazete dergilere yazdıkları makalelerini, mektuplarını okuduğum aylar boyunca, Lady Mary Wortley Montagu'nun, Arthur Symons'un, Giacomo Casanova'nın İstanbul'a baktıklarında yaşadıkları yabancılaşma duygusu, bu duyguyu 2013 itibariyle yitirdiğim için, bana çok çarpıcı geldi.

Kaldırım taşları garip gelmişti bu seyyahlara. İstanbulluların yolda yürüme adetleri, köpeklerin şehri mahalle mahalle bölüşmüş olmaları, kahvehanelerin ağzına kadar dolu olması, şehirde herkesin keyfine bu kadar düşkün olmasını garipsemişlerdi. 2013 yılında İstanbul'da gezerken bunları bütünüyle doğal bulduğumu idrak ettim. Saray'daki merasimlere, sabahlara kadar ahaliye hizmet eden kestane, pilav satıcılarına ağzı açık, şaşkın şaşkın bakan bir Arthur Conan Doyle ve Ernest Hemingway'in bakışlarındaki yabancılaşma duygusunu kıskandım. Şehri onlar gibi bir gün yine taze gözlerle görebilir miyim acaba diye merak ettim.

Ama gördüğünüz bir şeyi görmemiş olamazsınız artık, öğrendiğiniz bir şeyi öğrenmemiş olamazsınız, bildiğiniz bir şeyi bilmemiş olamazsınız.

Uzaklaştıkça şehrine yabancılaşma, onun tuhaflıklarını görme, sonra geri dönüp bunları unutuverme temaları çok sevdiğim iki romanda işlenmişti. Colm Toibin'in filme de çekilen kitabı "Brooklyn"de baş karakter Amerika'ya göç ediyor, bir hafta için de olsa İrlanda'ya geri döndüğünde kendini şehrine alışmış halde buluyor, uyurgezer misali kendini kontrol edemeden orada yaşamaya başlıyordu. Sabahattin Ali'nin Mayıs ayında İngilizce çevirisi Penguin Classics arasında yayımlanacak klasik romanı "Kürk Mantolu Madonna"sında olan da biraz buydu: Raif Efendi, bir baltaya sap olsun diye Almanya'ya gönderiliyor, burada müzelerde, barlarda, pansiyonlarda zaman geçiriyordu. Sonra "Brooklyn"deki gibi kötü bir haber alıp ülkesine döndüğünde bir anda buranın hayatına kapılıyor, geri dönmeyi hiç mi hiç düşünmüyordu.

Yurtdışında okumaya, çalışmaya, arkadaşının yanında kalmaya giden İstanbullularla konuşurken onları bu duygusal, kültürel, politik çelişkileri kendi içlerinde yaşarken buluyorum. Orada kalmalı mı şehre dönmeli mi? Oraya mı alışmalı, alışılan yere dönene kadar orada turist gibi mi dolanmalı? Alışkanlık mı yenilik mi?

İstanbul Antoloji'mi bitirdiğimde ve çevremdekilerin kitabı okuduktan sonra yaptığı yorumları dinlediğimde, bu soruların hepimizin aklında dolandığını gördüm. Yabancı seyyahların İstanbul'a yabancılaşmış bakışlarında güzel olan, bizim de bir vakitler bu bakış açısına sahip olmamızdı. Topkapı Sarayı'nın, Bab-ı Ali'nin, Dolmabahçe'nin önünden yılgın gözlerle her sabah geçerken onların hikayelerini, değişikliklerini, ruhlarını görmez oluyorduk artık. Ama yabancılaşarak onlara baktığımız vakit şehir bütün görkemiyle tekrar karşımızda beliriyordu. İstanbul'a yabancılaşmak, gerçekten de iyiydi bazen.

2
4804
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Şafak Pala
06.09.16
17:14
LOVE IT
Ayça Hazar
21.03.16
10:48
LOVE IT
Geldanlage