Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un merkezine günümüz insanın yalnızlaşmasını ve yabancılaşmasını alan, geleceğe dair beklentisi olmayan bir kadının, Ellinor’un hikâyesini anlatan romanı Postane Günlükleri üzerine bir yazı.
Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un Miras adlı romanı Türkçede Siren Yayınları tarafından 2021 yılında yayımlandı ve çok sevildi. Otobiyografik öğeler taşıdığı bilinen romanda Hjorth, tiyatro eleştirmeni Bergljot’un travmatik geçmişi ve bunun ekseninde ailesiyle yüzleşmesini sürükleyici bir anlatımla ama dingin ve dokunaklı bir dille anlatıyordu. Bu hikâye Türkiye’deki okura yeterince hitap etmiş olmalı ki Miras Türkçede yayımlanmasından üç yıl sonra dahi üstüne yazılar yazılan, sosyal medya paylaşımlarında övgüyle bahsedilen bir kitap oldu. Geçtiğimiz yıl İTEF - İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında geniş katılımlı bir okur buluşmasına da katılan yazarın ülkemizde giderek büyüyen bir kitle tarafından takip edildiğini söylemek mümkün.
Miras’ın ardından, Hjorth’un ilk kez 2012’de yayımlanan Postane Günlükleri adlı romanı yine Siren Yayınları etiketiyle ve Dilek Başak’ın berrak çevirisiyle geçtiğimiz aralık ayında yayımlandı. Biz de bu vesileyle bir kez daha yazarın psikolojik yanı ağır basan, baş karakterin ruhsal devinimlerini iliklerimize kadar hissedebildiğimiz dünyasına girme fırsatı bulmuş olduk.
Miras'taki gibi Postane Günlükleri de yine yazıyla ya da daha geniş anlamda dilin kullanımıyla haşır neşir olan ve geçimini bunun üstünden sağlayan bir baş karakteri merkezine alıyor. Üç kişilik bir iletişim ajansında çalışan, otuz beş yaşındaki Ellinor, yaşamla ve kendisiyle kurduğu bağ zayıflamış, kendini sürekli hor gören, bulduğu her fırsatta kendini hırpalayan bir kadındır. Sevgilisi Stein’la hemen her anını sorguladığı, en çok da kendi samimiyetinden emin olamadığı bir ilişki yaşamaktadır. Kız kardeşi ve annesiyle bağları zayıftır, onlarla geçirdiği anlarda kendini ailenin parçası gibi hissetmez, çocuk yapmak isteyen kız kardeşi Margrete’ye karşı sevgisinin yeterli olup olmadığını bilemiyordur. Yaşamının geri kalanına olduğu gibi yakınındaki insanlarla ilişkilerine de bir ruhsal yoksunluk hâli hakimdir.
Ellinor’la tanışmamız, bazı eski eşyalarını bodruma kaldırırken yaklaşık on yıl önce tuttuğu günlüğünü bulduğu ana denk gelir. “Atmadığıma göre içinde ileride bir gün okumaya değer şeyler olduğunu düşünmüş olmalıyım,” (s.1) der günlüğüyle ilgili. Bu bakımdan, derine inmeye, kendine ulaşmaya dair bir çabayla başlar hikâyesini anlatmaya. Bir merakla günlüğü okumaya koyulur, bitirdiğinde ise defterin başından mide bulantısıyla kalkar. Yazdıkları gündelik hayata dair sıradan aktarımlardan oluşmaktadır ve bunları okumak Ellinor’u tiksindirir, kendisi değil de herhangi birinin yazabileceği yüzeysel, derinliği olmayan girdiler olarak görür onları. Bu izlenim onu bir kırılma anına taşır, “belki bodrum da günlük de benim değildi” (s.2) diye düşünür ve gerçeklikle bağında geçici bir kopukluk yaşar, çünkü yaşamakta olduğu hayatı – belki daha kederli olması dışında – yıllar önceki hayatından pek de farklı değildir.
Bir gün, çalıştığı ajansın ortaklarından Dag ardında kısa bir not bırakıp ortadan kaybolur. Yönettiği çok büyük bir projeyi de Ellinor ile ajansın üçüncü ortağı Rolf’un kucağına bırakmıştır. Proje gereği, iktidardaki Norveç İşçi Partisi’nin yasalaştırmak istediği (ve posta dağıtım işinin büyük ölçüde özelleştirilmesi anlamına gelen) Üçüncü Posta Direktifi’ne karşı postane çalışanları sendikası adına kampanya düzenleme ve lobi faaliyetlerine destek için çalışacaklardır. Başarı ölçütü de direktifin yasalaşmasını engellemeye yetecek kadar karşıt kamuoyu oluşturabilmeleridir. Ellinor, hiç ilgisini çekmeyen ve altından kalkılması imkânsız görünen bir işi üstlenmek zorunda kalmıştır.
Projenin üstünde çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra posta kutusunda Dag’dan gelen bir mektup bulur. Neden gittiğini anlatmamış olsa da, onları yüzüstü bırakıp gittiği için özür dilemektedir. Ellinor ilkin bu mektuptan pek etkilenmemiş görünür. Ancak ertesi gün aldığı haberle mektubun mahiyeti değişir, içinde yazanların anlamı farklı bir boyut kazanır. Mutfağında oturmuş, durumu kavramaya uğraşırken, farkında olmadan kalemi kâğıdı alıp aklından geçenleri yazmaya koyulur. Yazdıkları giderek kendisine yazdığı bir mektuba dönüşür, kendi yüzüne kapattığı kapının aralanması da bu noktada başlar: “Yaz, diye yazdım, kim olduğunu bileyim.” (s.33) Yazının iyileştirici, özgürleştirici yanıyla da (yeniden) tanışması bu mektup sayesinde olur: “Yazmaya devam ettiğim sürece sanki bana verilmiş ağır ceza geçici bir süreliğine erteleniyor gibiydi.” (s.33)
Peki bu ceza nedir? Ellinor’un düşüncelerini bir o bir bu yana savuran, sevgilisiyle ilişkisinin, yaptığı işin, düşük yapan kız kardeşine hissettiği şefkatin dahi içini boşaltıp anlamsızlaştıran, onu hayata karşı duyumsamazlık ile kendine yönelik bir sürekli bir düşmanlık ve hor görme hâline iten durumu için en isabetli tabir “kopukluk” olacaktır. Kitap boyunca Ellinor sık sık (günlüğü okuduğunda yaşadığı gibi) gerçeklikten kopma anları yaşıyor, kimi yerde hangi ayda olduğundan emin olamıyor kimi bindiği arabanın kendi arabası olup olmadığını sorguluyor kimi de evinde oturmuş sevgilisiyle konuşurken yanında gerçekten birinin olup olmadığını merak ediyor. Bunların temelinde yaşamla, yetişkin hayatının gereklilikleriyle ve tüm bunların içindeki konumuyla sürekli çatışmasının olduğu söylenebilir. Bu algılayış dış dünyayı da kendi lensinden geçirip çirkinleştiriyor:
“Kim bilir kime gidiyorlardı, nereye; tren istasyonlarının çerçöp, işsiz ve kaçak göçmen kaynayan yeraltı geçitleri, benzin istasyonları ve depolar arasındaki bok gibi apartmanlarına, tozlu, tek göz dairelerine. Koltuk değnekli, işitme cihazlı, yüzleri yara bere içinde obezler, ne biçim bir hayattı bu?” (s.22)
Bunun ardından, kendi durumunun çıkışsızlığına isyan ediyor:
“Sorgusuz sualsiz, rızam alınmadan atılmıştım buraya, ilgisizliğimi kimlere bildirecek, kimlere şikâyet edecektim?” (s.22)
Ellinor yaptığı işe yabancılaşmış, eski coşkusunu hissetme arayışı içinde fakat bunu başaramıyor. Birbiriyle yarışan, birbirinin üstüne devrilip biriken düşüncelerinin ağırlığı altında ruhsal dengesini yitiriyor ama toparlanamıyor. Yaşamının anlamdan yoksunluğu içinde sürekli olarak kendine yüklenen, kendisini “omurgasız” olarak tanımlayan bir kadın:
“[…] olay üzerine olay, bu olaylara karışanın ben olması dışında arada herhangi bir bağlantı yok, uçta kalmış, fosilleşmiş bir tip, başrole uygun değil, bölük pörçük sahneleri bir arada tutamayacak kadar silik biri.” (s.27)
Kendine yabancılaşmasının bir uzantısı olarak, insanın insanla yakınlaşması, birbirinde yaşam bulması Ellinor için anlaşılmaz ve istese de kendine bir rol bulamadığı bir oyun hâline gelmiştir. Bir iş için Paris’e gittiğinde, soğuktan korunmak için birbirine sığınan evsizlerin hâlini gözlemlerken kendini orada hayal edemez, o durumda olsa bile bu yakınlaşmadan çekineceğini düşünür:
“Manzaradan gözümü alamadım. Birbirleriyle konuşmuyorlardı, ama ben oldukça uzaktaydım, belki de fısıldaşıyorlardı. Ben buna cesaret edemezdim. Çekinirdim. Başka çareleri yok diye düşündüm.” (s.39)
Evsizler üşümemek, hatta soğuktan donmamak gibi asgari bir amaçla bir araya gelmişlerdir ve Ellinor’a göre bu – hayatta kalma dürtüsü – olabilecek tek sahici ortaklıktır. Bunun dışındaki her türlü iştirak taklitten ibarettir. Dahası, ortak deneyimlerin yaşandığı anlarda bastıran bu yabancılaşma atakları yüzünden, gündelik ve insani tepkiler vermesi gereken yerlerde bile nasıl davranacağını bilemez, zihninin eli ayağına dolaşır. Dag’ın cenazesi için gittiği kilisede tüm hazırlıkların yapılmış, gerekli tüm işlerin tamamlanmış olduğunu, kendisinin – bu hazırlıkları yapan kişilerle yakınlığına rağmen – bunların tamamen dışında kaldığını fark eder. Yabancı bir ülkede gibi hisseder kendini. Aslında yaşamını tanımlayan durum da budur:
“[…] sanki yurtdışında olmak gibi diye düşündüm, hani etrafınızda ne olup bittiğini anlayamazsınız ya. Aslında bir bakıma hep yurtdışındayım, yurtdışından başka bir yer bilmiyorum diye düşündüm ve ülkem neresi diye sordum.” (s.43)
“Sıradan” bulduğu hayatına böylesine kökten bir yabancılaşma duymasının temelinde ise arayıp da bulamadığı bir şeyin boşluğunun izlerini görürüz. Düşüncelerinde, hayatta bir türlü ulaşılmayan yere, gerçekleşmeyen o biricik şeye duyulan hasretle yaşamaktadır. Geleceğe dair olasılıklar içinde de onu heyecanlandıran bir şey yoktur:
“O zaman ben de çoğu insan gibi günün birinde aile kuracak, ailemle ilgili şeyleri yapmaya başlayacaktım, tıpkı Stein’la sevgili şeyleri yaptığım gibi. Bu insanın içini karartan bir düşünceydi. Bir daha asla dişe dokunur bir değişiklik olmaması.” (s.85)
Bu yıkıcı duygu durumuyla yaşamaya çabalarken, ortağı Rolf’le birlikte kucaklarına düşen Posta Sendikası projesi üstüne çalışmaya başlar. İlkin projeyle bağ kuramaz. Üstlenmek istemediği, karmaşık ve altından kalkması imkânsız görünen bir iştir. Sendika üyeleriyle, yani postacılarla yaptıkları ilk toplantıya da belirgin bir ilgisizlik içinde gider. Ne var ki postacıları tanıyıp hikâyelerini dinledikçe, yaptıkları işe duydukları bağlılığı gördükçe içinde yeni bir anlam açılmaya başlar. Postacılar yazının, kâğıda dökülen duyguların, haberlerin bir insandan ötekine taşınmasını sağlıyordur. Mektuplar insanlar arasında bağ kurmaya yarayan şeylerdir, birinin kâğıda döktüğü cümleler diğerine ulaştığında ondan parçalar taşır, sözcük seçimleriyle olduğu kadar kalemin titrediği harflerdeki dalgalanmalar ve elin kâğıda değdiği yerde bıraktığı görünmez izlerle de. Dag’ın ona gönderdiği mektubu evine kadar taşıyan da bir postacıdır. Onun sayesinde Dag’ın onları bırakıp gittiği için af dileyen el yazısını görmüş ve giderek kendine yazılmış bir mektuba dönüşen yazısını yazmaya başlamıştır. Belki de insanlar arasında hakiki, sahici, içten bağlar kurulabilir, ama Ellinor’un önce kendisiyle kaybettiği bağını kurması gerekecektir.
Postane Günlükleri’nde üslup, Miras’taki ağırbaşlı, dingin formdan farklı olarak baş karakterin zihnindeki daimî tedirginliği yansıtacak şekilde dinamik, anlatım akıcı ve dolaysız. Bu doğrudan Ellinor’la ilgili. Miras’ta ellili yaşlarında, çocukluğunda yaşadığı travmanın örtbas edilişine karşı ailesiyle yüzleşmeye girişen, bir yandan da geçmiş yaşamının muhasebesini yapan, olgun bir karakter söz konusuyken, Postane Günlükleri’nde sürekli kendiyle kavga hâlinde, tabiri caizse içinde fırtınalar kopan genç bir kadının zihninin akışına eşlik ediyoruz. Çoğu sahnede olaylar ve diyaloglar Ellinor’un aklından geçen ve onu andan koparan düşüncelerle bölünüyor, yaşadığı yabancılaşmayı, iyi hissettirebilecek her şeyin, her yakınlaşmanın içini boşaltmasını okuyucu da yeteriyle duyuyor. Bu anlamda Hjorth ıstıraplı bir aklın gelgitlerini, kendiyle mücadelesini, yenilgilerini ve anlam bulma çabasını ustalıkla aktarıyor, okuyucuya her insanın az ya da çok, uzun ya da kısa içine düşebileceği bu durumun aslında ortak bir deneyim olduğunu, hepimizin taşıdığımız benzer yaralarla birbirimize bağlı olduğumuzu hissettiriyor.
Roman sonra erdiğinde Ellinor’u onu ilk bulduğumuz yerde, yani günlüğünün başında bırakıyoruz. “Sonra günlüğümü açtım.” (s.167) diye bitiriyor hikâyesini. Bunu yıllar önce yazdığı satırları yeni bir gözle okumak için mi, yoksa yeni cümleler yazmak için mi yaptığını bilemiyoruz. Aslında bunun bir önemi de yok, çünkü her ikisi de içine doğru kurmaya çalıştığı bir köprünün, hor gördüğü, hırpaladığı benliğine doğru uzattığı şefkatli bir elin göstergesi.