İyi Aile Yoktur kitabının ardından yayımlanan; toplumda kadının, çocuğun ve dolayısıyla ailenin yerine değinen İyi Toplum Yoktur isimli kitabı üzerine Nihan Kaya ile konuştuk.
Bir toplumda kemikleşmiş düşünceleri yeniden ele almak ve bunlar üzerine söz söylemek bir hayli zor. İşte bu noktada yazar Nihan Kaya’nın işi de hiç kolay değil. Çünkü İyi Aile Yoktur kitabıyla okuyucuyu çocuklar hakkında düşünmeye sevk eden Kaya, yeni kitabı İyi Toplum Yoktur’da da kadının evlilik hayatında nasıl ikinci plana atıldığını gözler önüne seriyor. Hem de gayet bizden örnekler, hepimizin okuduğu ama masumane sandığı masallarla (Çirkin Ördek Yavrusu, Külkedisi) birlikte… Kaya, ataerkil bir toplumda kadından beklenen bir sürü görev varken ve kadın bu görevleri zorunluymuşçasına yerine getirirken, erkeklerin nasıl el üstünde tutulduğunu gözler önüne seriyor. Yazarın isteği, kadının sorgusuzca kabullendiklerini yeniden düşünmesi ve eğer rızası yoksa ‘dur’ demesi. Çünkü mutlu kadınlar, mutlu birer anne olup çocuklarını da böyle yetiştiriyor ve bu da toplumu şekillendiriyor.
Sizi, İyi Aile Yoktur isimli kitabınızın ardından İyi Toplum Yoktur isimli yeni kitabınızı yazmaya iten sebep neydi?
Aslında ben İyi Toplum Yoktur’u, İyi Aile Yoktur’un ikinci bölümü olarak yazmıştım ama editörüm bu kısmın ayrı bir kitap olarak yayımlanmasının daha iyi olacağını düşündü. İyi Toplum Yoktur olmadan İyi Aile Yoktur’un eksik kalacağına inanıyorum. Ailenin görevi, çocuğu topluma uygun hâle sokmak ne de olsa… Aile farkında olmadan toplumun kendisini istismar biçimlerini çocuğa uyguluyor ve o istismarın gerekli olduğu düşüncesini çocuğa aşılıyor. Bireyin birey olarak var olabilmesini önleyen bu süreç, aile ve toplumun da gerçekten var olmasını engelleyen şey. İyi toplum, dönüşebilen toplumdur. Bireyler dönüştükçe aile ve toplum da dönüşecek.
Kitapta açık yüreklilikle size kimi zaman annenizin küçük yaşta dayattığı ya da dayatmaya çalıştığı davranış biçimlerini de anlatıyorsunuz. Siz, kendi hayatınızı değiştirme ve yön verme kararını nasıl aldınız? Hangi yaşta farkındalığınız arttı?
Ev işleriyle ilgili farkındalığım sanırım 13-14 yaşlarında başladı, zira öncesinde bu konuyla ilgili beni ziyadesiyle etkileyen bir istismar dönemi yaşamıştım. Diğer yandan, anne-babamıza yahut büyüklerimize dair herhangi bir olumsuz şeyi gerçekten fark edebilmemiz sanki asla bitmeyen bir süreç. Anne-baba tabumuz çok güçlü ve ben de bu tabudan hiçbir şekilde azade değilim. Hâlâ, ne zaman annemin bana olumsuz bir davranışına değinsem, hemen arkasından onun aslında ne kadar iyi, ne kadar dürüst ve iyiliksever olduğunu söyleme çabasına giriyorum, çok kişi gibi. İlk kitabımdan beri çocuk mağduriyeti başlıca meselelerimdendi; ancak şimdi geriye dönüp baktığımda çocuk mağduriyetini bütün çıplaklığıyla ifade edememiş olduğumu görüyorum. Bunun nedeni, çocuğun neden ve nasıl mağdur olduğunu ifade etmenin bize anne-babaya saygısızlık gibi aşılanmış olması, anne-baba olgusunu incitme kaygısı. “Ama anne-baba…” ile başlayan her cümle, çocuğun durumunu açıklığıyla görmemizi önlüyor. İki yetişkin tarafı dinleyerek onları uzlaştırmaya çalışabiliriz, ancak aynı “İki taraf açısından da bakalım” düşüncesi yetişkinler ve çocuklar arasında geçerli değil. Çocuğun tecavüzde her zaman mağdur olduğu gerçeğini daha yeni içselleştirebildik. İşte, sadece tecavüz değil, her alanda, ortada bir sorun varsa mağdur sadece ve sadece çocuktur, onun suça asla ortak olamayacağını diğer duygusal ve fiziksel istismarlarda da içselleştirmemiz gerekiyor. Ha duygusal ha cinsel istismar, hiç fark yok bu ikisi arasında.
İyi Toplum Yoktur’la okuru derin düşünmeye sevk ediyor, doğru bilinen yanlışlara, ataerkil bir toplumda kimi zaman masum görülen âdetlerle kadının nasıl nesneleştirildiğine dair örnekler veriyorsunuz. Yazarken hiç kendinizi sansürlediğiniz oluyor mu?
Kendi hayatımda “sünnet” sözcüğünü dahi ağzına alamayan biriyim. En mahrem konuları yazmak, üniversitede derslerde anlatmak, aslında kişisel olarak zorlanabileceğim bir şey. Ama bunların her birimizi şekillendiren çok önemli konular olduğunu, muhakkak konuşulması gerektiğini düşünüyorum ve bu yüzden, duygusal olarak zorlansam da salt zihinsel gerekliliğe odaklanarak her şeyi mümkün olduğunca ifade etmeye çalışıyorum. Aynı şey çocuklar hakkında konuşurken de geçerli. Çok sayıda yetişkin, çocuğun nasıl mağdur olduğunun ifade edilmesini kendilerine hakaret olarak algılıyor ve ben insanları incitmekten ölesiye korkan biriyim. Ama çocuğa hep yetişkinin açısından bakar, biri çıkıp açıkça söylemediği müddetçe yetişkinin aslında çocuğu nasıl mağdur ettiğini göremeyiz; bu yüzden, bunu yapmak bizi çok zorlasa da çocuğun mağduriyetini muhakkak ama muhakkak ifade etmemiz gerekiyor. Çocuk mağduriyeti çok görünmez bir şeydir ve kimsenin fark etmediği mağduriyeti siz çıkıp ifade etmezseniz toplum hep birlikte çocuğa bu yanlışın yapılmasına destek çıkar, her zaman her yerde olduğu gibi. Bu konuda hepimize iş düşüyor.
Daha önce çıkardığınız İyi Aile Yoktur’la ilgili gelen tepkiler arasında sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Kitap “Bakın, çocuk nasıl acı çekiyor!” diyen bir çığlıkken bu çığlığın, yani çocuğun acısının şiddetinin öfke olarak algılanması sanırım. Çocuğun mağduriyetini ifade etmenin anne-babaya yönelik bir saldırı addedilmesi. Yerleşik tabularımızın benim gerçek tonumun duyulmasının önüne geçtiğini zannediyorum. Öfkeli yahut suçlayıcı konuşabilmek, istesem dahi beceremeyeceğim bir şey. Bir de, kitabın açıkça söylediği şeylerin tam aksini kitap söylüyormuş gibi yazanlara şaşırdım ki, sayıları hiç de az değildi. Kitaptan kişisel rahatsızlıklarını başka bir biçime dönüştürerek ifade ediyorlardı. Ama bir metin siz ondan ne anlıyorsanız o değildir.
Kitaptaki birçok cümleden şunu çıkarıyorum; kadınlar en büyük acıyı ve yıkımı yine hemcinslerinden görüyor. Mesela; kadınların yakın çevresindeki hemcinslerinin bu duruma katıldığı örnekler var kitabınızda. Bir kadın, hemcinslerinden gelen psikolojik şiddete nasıl karşı durmalı?
Kadınlar, kadın oldukları için bir şekilde kabul ettikleri eziyeti, başka kadınlar da kabul etsin istiyor. Sınırlarımızı korumak zorundayız; biz o sınırlara müdahale edilmesine izin verdiğimiz sürece, özellikle de kadınsak, sağlam kalmamız çok zor. O zaman kendi hayatımız yerine toplumun hayatını yaşarız, onun uzantısı oluruz.
Bu kitapları yazan birinin kafasındaki ideal insan figürünü merak ediyorum. Bu "insan figürü"nü biraz tasvir eder misiniz?
Kendisini gerçekleştirmeye çalışan insan sanırım. Başkalarının istek, düşünce, tercihlerini kendisininkiler zannetmeyen, iradesine sahip çıkan insan.
Eğitimli insanlar bu kitabı okuyup hak verdiklerinde bile dönüp yine sizin deyiminizle "adağı verilecek törenler"e katılmaya ve düzenlemeye devam ediyor. Bu durum toplumdan dışlanmayı göze alamamak mı?
“Başkaları” düşüncesi çok etkili bizde. Törenleri ne o törenleri düzenleyenler, ne de onlara katılanlar istiyor aslında. Sözgelimi törensiz evlendiğinizde -biz eşimle böyle evlendik- size imrenenlerin sayısı çok daha fazla, fakat bu insanlar aynısını kendileri için yapmaya cesaret edemiyor. O törenleri yahut gelenekleri ayakta tutan, birer birer uygulanması… Emin olun, sizden bekleneni yapmadığınızda hiçbir şey olmayacak ve insanlar sizi dışlamak yerine gıpta edecekler.
Evlendikten hemen sonra kocasının soyadını da kendisine ekleyen ya da direkt soyadını değiştiren kadınlara da değiniyorsunuz kitapta… Bu kadının aslında bir kişiye/ farklı bir kimliğe bürünme çabası mıdır sizce?
İsmimiz kimliğimizdir ama kadına bir kimliği olmadığı, kimliğinin bir erkeğe bağlı olduğu düşüncesi çok küçük yaşta işleniyor. Kanun, fikirlerimizin yansıması ve aynı şekilde fikirlerimizi de belirliyor. Kendi adıma yeniden kavuşmak için dava açtığımda -evet, dava açılması gerekmesi de bir başka sorun!- nüfus müdürlüğündeki kadınlar beni ayıplamışlardı. “Nüfusta çalışan kadınlar asla, asla iki soyadı bile kullanmazlar; biz burada hepimiz, eşimizin soyadını tek başına alırız!” dediler övünerek. Onlara bununla övünmeleri öğretilmişti. Toplum onlara “Biz sizi böyle davranırsanız severiz” diye öğretmişti; onlar da farkında olmadan sevilmek istiyorlardı. Oldukları haliyle sevilmemenin gerçek bir sevilme olmadığını düşünemiyorlardı.
Kadının nesneleştirilmemesi için toplumsal olarak ona biçilmiş eylemlerden vazgeçmesi gerekiyor; ancak baskılardan korkuyor. Kadının aydınlanması nasıl olmalı?
Kadın -veya herhangi biri- önce düşünmekten, sorgulamaktan korkmamalı. Hiç farkına varmadığı biçimlerde hayatının nasıl istismar edildiğini anlamaya başladığı zaman dönüşüm süreci de kendiliğinden başlayacak. Her şey farkındalıkta düğümleniyor.
Bu kitapta kadınlar üzerinden erkek olgusuna da değiniyorsunuz. Kitabın satır arasında aslında erkeklerin de çocukluk çağlarında pek suçlu olmadığı, toplumun ve ailelerin dayatmasıyla kadını ikinci plana attığını anlıyorum. Doğru mu?
Evet. Erkeğe, ona ve buna hakkı olduğu öğretiliyor. Hakkı olduğu öğretilmiş şeylerden sonrasında vazgeçmek de kolay olmuyor.