Vejetaryen ve Çocuk Geliyor romanlarıyla tanıdığımız Han Kang’ın kalbini açtığı, otobiyografik yansımaları olan Beyaz Kitap’ında ruhumuz, yaşadıklarımızın ağırlığı, yıllar süren yaslarımızve tüm sarsıldığımız anlar birbirine karışıyor. Beyazı prizmadan geçirirken izlediği yolda yazar, kendi geçmişiyle yüzleşirken okurunu da oraya davet ediyor. Han Kang’ın geçtiğimiz günlerde April Yayıncılık tarafından yayımlanan Beyaz Kitap’ı üzerine bir yazı.
Dağınık başlangıçları severim, insanı daha derli toplu yerlere götürür. Şimdi yürüyeceğimiz de işte böyle bir yol. Ayaklarımızın zaman zaman yere basmadığı, yürümek yerine süzülmeyi tercih ettiğimiz, tüm renkleri bir fanusta toplayıp beyaz olan her şeyi delik deşik ettiğimiz bir hikâye bu. Kitap süsü verilmiş bir kutu. Kapağı hem sıkı sıkı kapalı hem de ardına kadar açık. Kendimizden sakladıklarımızla şakaklarımız çatlayana dek bağırdıklarımız arasında bir yerde kocaman bir ağaç. Meyvesi yok. Her gece gökyüzünde asılı durmak için çabalayan ayın bize görünen yüzü. Güneşten saklandığımız anların toplamı. Başlamak istemeyen bir son, bitmekten korkan bir ilk cümle…
Beyaz Kitap, önce çocukluğumun kapısını araladı. Hatırladığım o ilk kapıyı tüm gerçekliğiyle getirip önüme koydu. 5-6 yaşlarıma denk düşen, o değerini ve asıl rengini çoktan yitirmiş olan beyaz kapı, bu yaşımda hâlâ yerinde. Daha da eskidi, pörsüdü ve artık sevdiğim gülüşlere açılmıyor. Oysa her şey zamanın bir yerinde, belki beyaz bir bulutun pamuk yüzeyinde capcanlı duruyor. Onu solduran izler bırakıyor. Zamana mühürlüyor. Şimdi bir anı düştü o kapıdan içeri girerken hatırıma. Küçükken canım bir mumun yanışını izlemek istemişti; o yanışın her detayını, ışığının rengini, dumanının is olup yükselişini… Her tavan beyazdır ama o günden sonra bizim tavanımızda is lekesi kalmıştı. Beyaz bir mum, ömürlük bir siyah iz bıraktı. Kuşkusuz bir başka nefes onu çoktan boyadı ve tavan şimdi bir başka meraklı çocuğun izini bekliyor olmalı. Nasılsa hayat hep tekrarlayarak akar.
“Hepsi bu olsaydı, aklımda sadece eski ve kirli bir kapı olarak kalırdı. Asıl mesele “301” olan daire numarasının yazılış şekliydi...” diye anlatıyor Han. Başka yaşlarda, birbirimizden habersiz önünde durduğumuz kapı, bize kalbimizin kırıklıklarını aralıyor. Evet hepsi bu olsaydı, benim de hafızamda sadece kirlenmiş bir kapı kalırdı. Oysa benim bildiğim kapı, ikiye bölündü. Zamanın bir yerinde o beyaz kapı, yanına bir başka beyaz kapı doğurdu. Hepimiz bu doğumu, bu kendinden bölünüşü, suskun ve küskün insan bedenimizle kabullendik. Ama ölüşü; ölüşü kalbimde bir beyaz leke…
Hani bu bir kitap incelemesi olacaktı? Yine yolumdan şaştım, ama olmuyor işte! Kitaplar, gözlerimizden ruhumuza kadar uzanıyorken, ben nasıl dümdüz bahsedeyim olanlardan? Nasıl bakın bu şöyle bir kitap, diyerek yetineyim? Olur mu hiç? İşte onun için bu kitap, yaralarımı ortaya çıkaran, onlara tuz basan, onları iyileştirmek için sarıp sarmalayan bir beyaz düş…
“Ben hiçbir şeye değer vermiyorum. Yaşadığım yere, her gün açıp kapadığım kapıya, şu lanet hayatıma değer vermiyorum.” (Sayfa 13)
Han Kang’ın kalbini açtığı otobiyografik yansımaları olan bu romanda ruhumuz, yaşadıklarımızın ağırlığı, yıllar süren yaslarımızın çarpışması ve tüm sarsıldığımız anlar birbirine karışıyor. Beyazı prizmadan geçirirken izlediği yolda Han, kendi geçmişiyle yüzleşirken okurunu da oraya davet ediyor. O, taşındığı evin yer yer boyası dökülen kirli kapısını beyaza boyarken, elindeki fırçayla geçmişine de bir bir dokunuyor. Kimi acıyor, kimi gülümsüyor, kimi acılar da onarılıyor. Kar yağıyor, bazı çocuklar onu tuz zannediyor. Her an üzerimizden bulutlar geçiyor. Pamuk tarlalarında uçsuz bucaksız koşabiliyorsun. Bacadan tüten beyaz duman hem evde olma hissini hem o evin acılarının ağırlığını aynı anda yüklüyor omuzlarımıza. Annemin beyaz elleri, başımı göğsüne bastırıyor. Zaman bir yandan beyaz bir yandan da tüm renklerin eşliğinde akıyor…
“Şehrin Yahudi mahallesinde hayatı boyunca, altı yaşında ölmüş abisinin ruhuyla yaşadığını iddia eden bir adamın hikâyesini okudum. Şüphesiz gerçek dışı bir hikâyeydi ama karşı koyması zor, ciddi bir üslupla yazılmış bir yazıydı.” (Sayfa 27)
Bu cümlelerden sonra üzerimdeki ürperti tüm kitabın özeti gibiydi. Aklıma gelen beyaz nesneler üzerine düşüncemin yerini gelmeyenler aldı. En çok onları düşündüm. Neyi neden düşündüğümü bilmeden. Onlar, geçmişimin bir türlü hatırlayamadığım parçaları oldular. Sonra istasyona metro geldi. Başımı önüme eğdim, sarı çizginin silinip yer yer grili beyazlı lekeler edindiği parçasının gerisinde duruyordum. Bazen de renkler silinip beyazı hatırlatıyordu belli ki.
Yine de beyaz şeylerin listesini de çıkarmaya çalıştım; düşündüğümden uzundu: Mum, küçükken büyüdüğüm evdeki çamaşır sepeti, yoğur kovasının içi, yoğurdun kendisi, sütlaç, kar, zihnimin içindeki köpük, pamuk tarlası, -bir tek pamuk yeterince beyaz değil, mutlaka tarlası-, üzerine konmuş kelebek, dostluk, portakal çiçeğinin kokusu… Bunlar ilk aklıma gelenler oldu.
Hayata Han’ın penceresinden bakmak farklı bir deneyim. Büyürken oyun oynamak yaşamın en önemli parçasıydı. Bu oyunların neredeyse tamamını kendim kurdum. Fark ettim ki, Han da bir oyun oynuyor ve kendini beyazın dünyasında gezinirken buluyor. Bize de elini uzatıyor. İlk cümleyi okur okumaz tutuyoruz o eli. Artık o oyunun bir parçasıyız ve bu yüzyıllardır böyle. Bir renk seçecek olsaydım beyazı mı seçerdim düşünmek için, bilemiyorum. Ama kuşkusuz beyaz en zeki renk.
Peki biz beyazın kederini kaderimiz üzerinde hissediyor olabilir miyiz?
Han’ın dünyasında yaptığımız bu yolculuk, daha çok acıdan geçiyor ve hep acıyı hatırlatıyor. Şehrin manzarasında II. Dünya Savaşı’nın keskin kokulu yüzü var. Kaldırımlardan beyaz dumanların yükseldiğini görerek yürüyoruz metrodan sonrasını. Birlikteyiz. Kar yağıyor, birlikte göğe bakıyoruz. Ona “Göğe Bakma Durağı”ndan bahsederken konunun konuyu açışına, insanın sadece başlangıcını görebildiğine ve nereye, üstelik nasıl vardığının bir macera oluşuna şaşkınım. Kız kardeşinin dünya gözüyle yaşayamadığı bir hayatı, şimdi her cümlede, Han’la birlikte ona geri veriyor gibiyim. Bir kitabın gerçekten bir parçası olmak böyle bir şey mi, diye soruyorum kendime. Bazı soruların yanıtını söze dökmeye gerek kalmıyor.
“Dalgalar her dağıldığında göz kamaştırıcı derecede beyazdır. Uzak denizin sakin suları, sayısız balık puluna benzer. Orada binlerce, milyonlarca parıltı vardır. Binlerce milyonlarca debeleniş oradadır. Ama hiçbir şey ebedi değildir.” (Sayfa 51)
Bu anın da bir sonu var, biliyorum. Ama şimdilik devam edişinin izini sürüyorum. İstanbul’da yağan kardan Kore’ye uzanan bir beyaz yolculuğa dönüşüyor adımlarımız. Onun biyografisi ne zaman otobiyografime dönüşüyor, Han hakkımızda bunca şeyi nereden biliyor, artık sorgulamıyorum. Zamanından çok önce kaybettiklerimizi istersek tekrar tekrar bulacağımıza, biz adımlarken onların yeniden yaşayabileceğine, Han, kız kardeşini alternatif bir zamanda yaşatabildiğinde tekrar inanıyorum. Bu mümkün! Şimdi artık kim kaçırılmış anılardan bahsedebilir ki? Her gün yanımızda vücut bulmuş insanlarla yaşanandan daha gerçek olduğunu, kim inkâr edebilir? Hem gerçek denen şey ne ki? Biz bir yerlerde varsak, bir başkası olmadığı için. Han, işte bunu bildiğinden yazarak kız kardeşine bir hayat sunabiliyor. Ve bence şöyle konuşuyor onunla:
Bak, yaşayabilirsin, çünkü ben olmamayı kabul ediyorum. Şimdi senin zamanın, yerli yerinde durmaktan bıkmayan her şeye benim gözlerimden de olsa bakabilir, benim bedenimle de olsa onların yanından geçebilirsin. Kimse inanmasa da biz biliyoruz ya, ötesini boş ver. O mavimsi çatlakta buluşmak gibisi var mı?
Beyaz, tüm renkleri bir arada tutan saf ve zeki bir renk olduğu için mi doğumu ve ölümü simgeliyor, bilemiyorum. Ölümün “bir güzellik” olduğu öğretildiğinde çok küçüktüm. Kalbimde ağırlaşan bir taş vardı ve o taş bile beyazdı. Okuldan eve döndüm, kefen beyazdı. Tavandaki mum lekesi hala duruyordu. O ana şahitlik eden ve beyaz olmayan tek renk, o lekeden ibaret gibiydi. Böyle hatırlamaya başlayınca da beyaz birden daha renkli geldi…
“Hayatımız aslında beyaz ve belirgin, gökyüzüne süzülen bir mucize.” (Sayfa 67)
“Kararsızca konacağı yeri arayan bir ruh gibi.” (Sayfa 71)
Size bir de kitapta kullanılan bir ifadeden söz etmeden geçemeyeceğim; “bembeyaz gülmek.” İki kelime yan yana gelip de nasıl böylesine ışık dolu ve bir yandan da acı olur, bilmiyorum. Şu cümleleri okuyunca aklımda tanıdık bembeyaz gülmeler bir görünüp bir kayboluveriyor:
“Bembeyaz gülmek” ifadesi muhtemelen sadece kadının ana dilinde vardır. Dalgın, mahzun, dağılması kolay bir masumlukla gülümseyen yüz. Ya da öyle bir gülüş.
Sen bembeyaz güldün.
Şayet böyle bir cümlede kullanılırsa sen, hiç sesini çıkarmadan her şeye sabredip gülmek için çaba harcayan birisindir.
O bembeyaz güldü.
Böyle kullanıldığında muhtemelen o, kendi içindeki bir şey- lerle vedalaşmak için çaba harcayan biridir. (Sayfa 75)
Mümkün olsa da altını çizdiğim her cümleyi paylaşsam. Ama bu neredeyse kitabın tamamı ediyor. Burada özellikle kitabı Korece aslından çeviren sevgili Göksel Türközü’nün hakkını teslim etmeli. Bir de kapağı tasarlayan Murat Yılmaz var tabii. Onlar sayesinde Han Kang ile ortak bir anımız var artık. Bunu sadece ben biliyor olsam da kıymetli. Han’ın hafızası da kelimeleri de büyülü. Her bir beyaz düş, bir başka şeyi düşündürüyor insana. Hepsiyle ilgili hafızanda canlanan bir anı mutlaka oluyor. Bir terapi koltuğuna uzanmışsın, artık gözyaşlarını saklamaya gerek duymuyorsun. Bunun için akmıyorlar da. Çünkü öyledir. Bir şeyi yapmak için özgür olduğumuzda artık yapmasak da rahatsızlık duymayız. Beyaz, belki biraz da bundan sebep ruhun rengidir.
Yolların üzerinde kesikli uzanan beyaz çizgiler. Sonra zamanla silinen beyaz çizgiler. Yeniden boyanan beyaz çizgiler. Artık her cevaba razı yürünen yollar. Çirkinlikle güzellik arasında yarı donmuş o bataklığın kıyısında yürüdüğümüz uzaklar. Eskimeyen bazı anılar. On yaşımızın ne kadar geçmişteyse o kadar yakın oluşu. Artık tatlı sevmeyişimiz. Kesme şekerin bizde uyandırdığı aşırı lüks hissi. Acının her şeyin üzerini kaplayarak mahvettiğine dair söylenen sözlerin gerçek olmayışı. Hayatın düz bir çizgi üzerinde yürüyerek öğrenilmeyişi. Kıvrımlı yollarda keşfettiğimiz gerçek kimliğimiz. Nokta ile kesilen her bir detay bu kitabın özeti olabilir. Hayatında hiç yıkılmamış birini taklit ederek yürürsen bazen doğru kararlar da vermek mümkün oluyor. Çünkü belki inkâr edemediğimiz duyguların rengi de beyaz. En azından Han böyle düşünüyor.
“Bana döndü ve dünyayı iyilikle dolduran gülümsemesiyle gülümsedi,” diyordu Şeker Portakalı’nda. Şimdi o gülüşün ve iyiliğin rengi de beyaz o halde. Özünde güzel olan ne varsa, acıya da en yakın duran o oluyor. Rüyamıza gelen bir beyaz kuş, hayatımızdaki her şeyi yoluna koyacak gibi hissediyoruz. Bir rüya her şeyi çözüyor bazen. İnanıyoruz. Belki de işte bu bir beyaz inanış. İnanmak belki de rengini beyaz kuşların kanatlarından alıyordur, kim bilir.
Ayrılık vakti gelip çatarken hafızamda hiç sözünü etmediğim bir soru dönüyor: Beyaz çiçekler hayatla mı bağlantılı, yoksa ölümle mi? Sonra ardına bir soru daha: Büyümek isteyip büyüyemediğimiz geçip giden günlerin, daha az hatırlayıp daha çok unuttuğumuz zamanın rengi beyaz mı? Üçüncüsünü susturuyorum. Kapıdayım. Artık eve dönmeliyim. Kitabın kapağını kapatmak, bazen eve dönme zamanının geldiğini hatırlatır.
Şimdi kapı ardına kadar açık. Beyazın tüm renkleri hapsetmiş gücü sonsuz. Olmak istemediğim yerlerden ayrılırken canımın yanmasından yoruldum. İşte bu en keskin beyaz. Beyaz düşümse yaralarımı sarmak için aynadan gülümsüyor. Tepemde eksikliğini hissettiğim bir mum lekesi…