“Kadın” sözcüğü ülkemizde başlı başına cinselliği çağırırken; bunun yanına şair sözcüğünün getirilmesi gizemi artırarak, erkeklerin şehvetini kamçılamaya başlıyor. Sonra da “erotizm”, kadayıfın üstüne kaymak gibi!..
Ülkemizde kadının, şiirin ve de cinselliğin yeterince tanınmadığını, önemsenmediğini, öğrenilmediğini düşünüyorum. Kadın, çoğunlukla 2.cins konumundan daha da gerilere giderek; kediyle, kanaryayla, köpekle eşdeğer bir durumda yaşıyor. Bugün artık doğurganlığı nedeniyle kazandığı saygınlığı bile yok. Her gün resmi bildirimlere göre onlarca kadın öldürülüyor, devlete sığındığı halde korunamıyor. Okuması,yazması, kurtulması eksik. Gazetelerin üçüncü sayfasında; işkence görerek öldürülmüş kedilerle yan yana duruyor haberleri. Erkeğin cinsel taleplerini reddetmesi ölüm fermanını imzalaması anlamına geliyor. “Hayır” sözcüğü bir cellât gibi bekliyor boynunun gerisinde. Canı ucuz kadının. Alınıp satılması, verilip alınması ucuz. Ekonomik sistemler yıllarca ‘bu ucuz mal’ı kullandılar. Onların doğurduklarını da fuhuş sektöründe, ucuz emek birimlerinde… İnsan kendisini aşağıladı, hırpaladı böylece. Bilgisiz ve kaba ruhlar giderek barbarlığa geri döndü. Kadınlar, akıllarını yüzlerce yıl önce ‘ödünç’ verdikleri erkeklerden geri alamadılar.
Her dönemde okuyup yazan kadın az oldu. Büyük kentlerin konak ve saraylarında yaşayanlar daha şanslıydı çoğunluktan. Erkek diliyle de olsa ucundan bucağından yazıya yakın durdular. Yer yer baba, koca adlarını yedeklerine alarak şiirler yazdılar. Bunlardan çok azı günümüze vardı.
Halk kadınları; maniler, türküler, ninniler yoluyla şiire uzak değildiler. Bunların çoğu sözlüydü ve erkek ozanların söyleminin etkisi altındaydı. Binlerce türkü içinde kadının erkeğe söylediği türküler oldukça az yer tutar, bunlar da genellikle ağıtlardır.
Gerek divan, gerek ise halk şiirinde kadınların yazdığı; ya tanrı aşkını, tasavvufu önceler, ya da kahramanlık ve ölüm temalarını işler. Bir kadının aşkını dillendirmesi “yasak, ayıp, günah” üçlemesiyle engellenmiştir. 1460 yıllarında Mihri Hatun şiirlerini yazarken; dönemin erkekleri tarafından epeyce hırpalanmış, “yaşam için söz söyleme” yetisinin kendilerinde olduğu vurgulanmıştır adeta.
Saraylarda kadınların şiire meyletmesi de yine erkekleri eğlendirme olgusunu içerir. Raks etmek, şiir söylemek, ud çalmak; yüksek sınıfa ait olmanın, kültürlü ve varlıklı olmanın bir göstergesi olduğu gibi; erkeği avlamanın da önemli araçlarındandır. Bu ortamda bile sözü yazan da söyleyen de erkeğe hizmet eder. Şiir, kendisini ifade etme sanatı değildir burada.
Şiirin, marifet gösterisi, eğlence aracı olarak algılanması çok eskilere dayanır. Gerek saray camiasında, gerekse halk arasında; aşk ile şiir bir arada tutulmuş, sözcükler aracılığıyla yangınlar tutuşturulmuş, sevdalar ateşlenmiştir.
-1-
Bu şiirlerdeki güzellemeler ve aşk itirafları ne gariptir ki kadına da erkeğe de aynı şekilde söylenmiş, cinsiyetsizleştirilmiştir. Söyleyen belli olsa da söylenen kişinin erkek mi, kadın mı olduğu belli değildir çoğunlukla.
Halk şiirinde ise erotizm erkek ozanlarca fazlaca kullanılmıştır. Özellikle Karacoğlan şiirleri yüzlerce kadının, kızın bedensel görüntüleriyle, onların güzellemeleriyle doludur. Manilerde de aynı açıklığı görebiliriz. “İndim derelerine…”, “Tombul tombul memeler” bugün de söylenen türküler.
Genel olarak şiirimiz incelendiğinde 1940lara kadar çağdaş kadın şiirinden fazla söz edemiyoruz. Eril söylemin etkili olduğu, genellikle özenti şiirlerin yazıldığı gözleniyor. Ancak Gülten Akın kadının şiirini başlatıyor. Çoğu noktalarda kadının varlığını öne çıkarsa da, bu şiirlerde erotizm çok gerilerde. Daha sonraki yıllarda Sennur Sezer, Türkân İldeniz kadın dünyasını farklı açılardan yansıtıyorlar. Özellikle Sennur Sezer’in varoş kadınlarını işlediği şiirlerde; bir odanın içinde yaşayanların kısıtlı sevişmelerine tanık oluruz. Melisa Gürpınar ise kentli kadının tüm dünyasını şiire taşırken; evlilik ilişkilerinden başlayarak genelevlere kadar uzanan çizgide kadının bedensel olgularını şiire taşır, erkeği toplumsal ve fiziksel olarak irdeler…
*****
Şiir kadınlarımdan önce, ben kendimi özgürleştirmeye çalıştım. İlk şiirlerimdeki aşk örtülü ve kapalıydı. Bunu bir erkek de yazabilirdi. Aşkın nesnesinin kim olduğunu açıklayan öğeler yoktu. Okuyup araştırdıkça özgürleştim. Özgürleştikçe şiir kadınlarımın dili çözüldü. Aşklarını sevişmelerini dizelerde paylaşır oldular. Onlar rahat söyledikçe, kalemimin ucu sivrildi. Bugüne değin diline asma kilit vurulmuş bir cinsin şairi olarak, özgürlüğü hissedince Ahmetleri, Hüseyinleri, Alileri yazmaya başladım.
“memelerimizin haberi yoktu ellerden
etimiz kabardıkça zehirli mantar
saçlarımız uzuyorken, kirleniyorken ay
örtüler üstümüze, yüzümüze örtüler
oysa ne güzel bacakların vardı koşmaya
bakmaya ne güzeldi gözlerin
biz hep erkekleri sevdik
evvelimiz onlardı, sonumuz onlar Asya”*
Erkeğin şiirini yazdıkça onu yeniden doğuruyordum. Bugüne değin Ayşemayşe, Melahat, Adile, Lusin, Güzin, Süheyla…yazılmadı mı? Yazıldı. Erkeğin şiirinin yazılmamış olması onlar adına, daha doğrusu yaşam adına bir eksiklik değil mi? Bu noktada göçük olanı, karanlıkta kalanı, sessiz kalanı tamamladığıma inanıyorum.
-2-
Elbette konu isimler değildir, ama ismiyle birlikte var olan bir cinsin şiirinin, bugüne değin dile getirilememiş olması zamanı eksik kılar.
Kadınlar mistisizme de, erotizme de yakınlar. Bir tanrıları, bir de bedenleri olmuştur zamanın başlangıcından bu güne. Doğurdukları ve doygunlukları için “Tanrı” gerekirken; hayatta kalmak için de erotizme, sevişmeye tutunmuşlar. Şiir kadınlarım bu iki temayı beraberinde taşırlar. Kahırlı bir diklenişle tarihe ve eril dünyaya kafa tutarken; aşık oldukları erkeği yüceltmekten de geri durmazlar.
“o kadar güzeldin ki
seni seyretmeden uyumak ayıp
Parmaklarım omzunda sırtında
sana değmeden uyanmak günah
soluğun soluğumda yangın çıkartır
terin terime sel baskını
nice afetlerden sonra, nice yer kayması
öldü aşk
aşkı yıkadım”*
*****
Son yıllarda giderek yalnızlaşan, odalara kapanan insan; cinsel bunalımlarına şiiri alet etmeye başladı. Kimilerinde argo, küfür, ya da cinsel organ adları imge yerine kullanılır oldu. Burada pornografiyle erotizmi ayırmak gerektiğine inanıyorum. Şiirde pornografi anlam katmanları yaratmaz. Olanı tüm gerçekliğiyle gözler önüne serer. Merak ve ilgiyi yok eder. Oysa ‘şiirde erotizm’in gizemi vardır, örtüsü ve saklısı yüzlerce çağrışım yaratır. Son yıllarda daha çok pornografik söylemleri gördükçe toplumun sağlıksızlaşmasını, bireyin giderek artan çıkmazlarını düşünüyorum. Şiirde tabuları yıkmak, yeni söylemler aramak ayrı bir şey, bunalımların girdabında cinsel ataklarda bulunmak farklı bir şey.
Yeniden yazının başlığına dönecek olursam; ülkemizde “kadın+şair+ erotizm” şiir adına ilgi çeken bir konudur. Baştan itibaren “cinsellik=kadın” olarak belirlenen bu yapıda, çoklarına göre kadının şiir yazmasına bile gerek yoktur. Buna inattır belki, isyandır, kahırdır. Şiir insanın kendisinden taşması, varlığını kanıtlamasıdır. Şiirlerim hem beni hem ‘öteki kadın’ı barındırır. Şiirimin kadınları yemek ve çocuk yapmayı bildikleri kadar, dışarıda ve evde çalıştıkları kadar, ekmeği ve gülü ürettikleri kadar; erotizmi de tanırlar…
*****
Asya
Arife Kalender
Ben kimin yüzünden böyle oldum Asya
hangi denizler vurdu, hangi karaya gemiler
yüzümde eski bir Allahın el yazması
suya düştü bulutlar toprak kaydı
kumu çöle kim sakladı, kim biçim verdi rüzgâra
suç bizi tanımıyordu, günah gelmemişti kapıya Asya
-3-
memelerimizin haberi yoktu ellerden
etimiz kabardıkça zehirli mantar
saçlarımız uzuyorken, kirleniyorken ay
örtüler üstümüze, yüzümüze örtüler
oysa ne güzel bacakların vardı koşmaya
bakmaya ne güzeldi gözlerin
biz hep erkekleri sevdik
evvelimiz onlardı, sonumuz onlardı Asya
başka adlarımız vardı
başka tanrılar, başka dua
harflerimiz vardı evcilik oynardık karanlıkta
elleme ayıplarını demişti annen
gösterme etini pencereden dışarıya
sonra kaldırımları yükselttiler
elmalı şeker miydi, pamuk helva mı yoksa
gözleri şehvet şehlası ağabeyler
ilk kez kim öpmüştü günahlarından Asya
ben de yokuşlardan kaydım
zil çalıyordu, telefon bekliyordum, akşamdı
taşa çim ekiyordum
içimin kedisi içimi tırmalıyordu
yakut bir sevda bulmuştum herkesten saklıyordum
güz geliyordu, durmadan güz
ağladım, filmin sonunda adam ölüyordu
ben ölüyordum, yollar kalabalıktı Asya
o sıralar elimde bir kitabı tutuyordum
Van’da deprem olmuştu, sallanmıştı ölüler
diriler uyuyordu, çıkamıyordu yukarıya
örtüler toprak örtüler toprak
altından hep biz çıkıyorduk
başka başka yüzlerimiz çıkıyordu
dilimiz eskimiş, şarkımız bitmişti Asya
tarih öğretmenimiz vururdu avcumuza
anımsa ezberlediğin savaşları
çekerdi saçlarımızı acılar tel tel
bir kadının resmi vardı askerlerin altında
burnu sen, alnı ben, dudakları Fatma
belki çocukları vardı, belki ölmüştüler
görüp de unuttuk değil mi Asya
tam da sınıfın ortasında çat diye
kırıldı kalem, ağrı kırıldı, bölümlere ayrıldık
açılsın diye beklediğimiz kapılar zindan
sızan ışıklarda zor okuduk yazıları
sözlü ağladık, için hıçkırdık, ıssız öldük
arsız yaşadık, dilendik, şeytan gezdik
kaya hiç oynamadı yerinden
ben kimin yüzünden böyle oldum Asya
-4-