Arşivleri araladığımız Sandık yazı dizimize Soyut Dergisi’nin Şubat 1974’te yayımlanan 67. sayısında yer alan bir soruşturmayla devam ediyoruz. Atilla Özkırımlı tarafından başlatılan soruşturmada “kadın ya da erkek oluşun hikâyeye değişik boyutlar getirip getirmediği” sorusu üzerine gidiliyor. Davet edilen isimler arasından Leylâ Erbil ve Tomris Uyar’ın cevaplarını sizlerle paylaşıyoruz.
Sunuş Niyetine
Soyut’un Şubat 1974 tarihli 67. sayısında “Türk hikâyeciliği ve kadın hikâyeci/yazar sorunsalı” başlığı altında toparlanabilecek, Atilla Özkırımlı tarafından başlatılan bir soruşturma dizisinin ilk kısmı yer alıyor. Soruşturma soruları aşağıda Özkırımlı’nın listelediği üzere on yazara yöneltilmiş; yazarların dördü yine aşağıda açıklanan sebeplerle soruşturmada yer almamışlardır. Soruşturmanın ilk bölümün de Leylâ Erbil ve Tomris Uyar’ın yanıtlarına yer verilmiş fakat görünen o ki Özkırımlı bu yanıtlardan pek de memnun olmamış. Özkırımlı’nın soruşturmadan beklentisi tam olarak neydi? Artık bunu ona sorma şansımız yok. İlginç olan 1974’te tartışılan kadın yazar/hikâyeci/öyküsü/sanatçı konusunun bugün hâlâ tartışmaya açılabiliyor oluşu. Kabaca şunu söyleyebiliriz belki: Yazarlık için cinsiyet belirtilmesi (Elbette burada cinsiyetin kullanımı da sorunlu, hangi cinsiyet? Toplumsal cinsiyet mi? Atanmış cinsiyet mi? Seçilmiş cinsiyet mi? Cinsiyetsizlik mi?) mevzusunda bir taraf “gerek yok, üretimin cinsiyeti olmaz” derken, diğer taraf “kadın tarihsel süreç içinde geri plana itildiği için şimdi onların kadın olduğunu vurgulayarak kadın-yazarları öne çıkarmalıyız” diye düşünmekte. Yine aynı minvalde soruşturmalar yapılmakta. Yazarlar da bıkmadan usanmadan bu soruları yanıtlamaya çalışmakta. 1974’te Erbil ve Uyar’ın verdiği cevaplar -aradan geçen 46 yıl göz önüne alındığında-, soruları soran mercilerin “kadın” cinsiyetini atadıkları yazarlara yönelttikleri tekdüze sorulardan ne kadar bıkıldığını aynı tazelikle yansıtıyor.
**
Soruşturma
Atilla Özkırımlı
Bu “Soruşturma” temel alınmak amacıyla düzenlendi. Sanırım sanatçılara yöneltilen soruların sıralanışı da bu izlenimi vermektedir. Ama alınan sonuç, amacın tam anlamıyla gerçekleşmesini önledi.
Bunun nedeni kısaca şu:
Doğru ya da yanlış bir olgu, son yıllarda kadın hikâyecilerin etkinlik kazanması olgusu, üzerinde durulan ve tartışılan bir konuydu. Doğru ya da yanlış dedim, çünkü hikâyesiyle getirmek istediği öz’ün belirlenmesi dışında, böylesi bir cins ayrımına gidilmesi yanlısı değilim. Elbette sanatçının yarattığı, ortaya koyduğu yapıt önemlidir her şeyden önce. Yalnız bu yapıta yaklaşırken toplumsal olandan biyolojik olana kadar bir yığın ayrıntının cevaplandırılması gerekir. Verilen cevapların şu ya da bu biçimde olması, yapıtın, eğer varsa, değerini azaltmaz sadece bu değerin belirlenmesini sağlar. Ele alınan insansa, bu insan toplumsal bir durum içinde ortaya konuluyor, üstelik kadın ya da erkek oluşu vurgulanıyor, belirtmek gereği duyuluyorsa; ele alanın ya da anlatanın kadın ya da erkek olması üzerinde durulması saçma, anlamsız bir tutum mudur? Eleştirinin tam bu noktada gerçekliği görmezden gelmesi doğru mudur?
Bu sorular daha da çoğaltılabilir? Ben yalnızca neden bu “Soruşturma”yı düzenlediğimi ve soruları salt kadın olan sanatçılarımıza (kadın sanatçı demiyorum) yönelttiğimi açıklamak istiyorum. Burada söz konusu olan, kadın-erkek ayrımına giderek bir sınıflama yapmak değildir. Kadın ya da erkek oluşun hikâyeye değişik boyutlar getirip getirmediği, insana bakış açısında dünya görüşünün dışında farklılıklar taşıyıp taşımadığıdır.
Şimdilik “Soruşturma”nın amacının bu kısa açıklaması yeterli. Cevapların yayımlanması bittiğinde bir değerlendirme yaparak sorunu daha ayrıntılı biçimde ele alacağım.
Yalnız verilen cevaplardaki kimi konu dışına çıkmaların okuyucu tarafından yanlış anlaşılmasını önlemek, ayrıca izlenen yolu belirlemek gerekiyor.
Sorular sadece şu sanatçılara yöneltilmiştir: Nezihe Meriç, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Güner Ener, Füruzan, Selçuk Baran, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Afet Ilgaz, Gülten Dayıoğlu. Ayrıca yazılan mektupta, “Soruşturma”nın yayımlanacağı dergi ile herhangi bir kısıtlamanın söz konusu olmadığı, (değişik zamanlarda yazıldığı için ikisi dışında) salt kadın hikâyecilerimizin amaçlandığı da bildirilmiştir. Nedense bu son açıklama kimi sanatçılarımızca yanlış değerlendirilmiştir. Kötü bir niyet güdülse, böylesi bir açıklama yapmadan da “Soruşturma”nın gerçekleştirilebileceği ortadadır.
Baş vurulan sanatçılardan Adalet Ağaoğlu, soruları neden salt kadın sanatçılara yönelttiğimi kavrayamadığı için katılamayacağını öncelikle bildirmiş; Füruzan, soruların eline geç ulaştığını (adres değişikliği nedeniyle), uğraşları nedeniyle de bu kadar kısa bir sürede cevap hazırlayamayacağını içtenlikle belirtmiştir. Sevgi Soysal’ın anneliğe hazırlandığı dolayısıyla öğrenilmiş, Nezihe Meriç ise bulunamamıştır.
Görüldüğü gibi “Soruşturma” doğal engellemeler dışında biçimsel amacına ulaşmıştır. Cevaplar okunduğunda ise ana amaca ulaşılamadığı görülecektir.
Şimdilik son söz olarak, cevapların geliş sırasıyla yayımlanacağını belirtelim.
SORULAR:
1— Türk hikâyesinin günümüzdeki durumu üzerine düşünceleriniz nelerdir?
Öz ve biçim açısından bir kendini aşmanın söz konusu olup olmadığı
Amaçları açısından çağdaş düşünce ve politika ile ilişkileri
Okuyucu ile kurulan bağ ve yayın olanakları
2— Bir olgu olarak, son yıllarda kadın hikâye yazarlarının ön plana geçtikleri görülüyor.
Hikâye sanatı açısından kadın-erkek biçiminde bir ayrım yapılmasını doğru buluyor musunuz?
Kadın ya da erkek oluşun hikâyeye değişik boyutlar getirip getirmediği konusunda düşünceleriniz nelerdir?
LEYLA ERBİL
“Son yıllarda kadın hikâye yazarlarının ön plana geçtikleri” savını neye dayanarak ileri sürdüğünüz belli değil. Kanımca, Türk edebiyatında bir takım “kadın yazarlar” öne geçmiş ya da geçirilmiş görünüyorlarsa, -kendimi onlardan saymıyorum- onların nasıl öne geçtiklerinin ya da geçirildiklerinin üzerinde durulması ve okura gösterilmesi yapılacak ilk iş olmak gerekir. Böyle yapmayıp da öne geçme olgusu varsayılarak kabul ettirilmek ve bu olgu üzerinde sorular açmak kamuoyunu yanlış bilinçlendirme, şartlandırma anlamına gelebilir.
Ben, ne ilk ne son yıllarda öne geçmiş “kadın yazarlardan” değil, 1954 den bu yana yazan yazarlardan biriyim. Sanat ürününü cinsiyet organına göre değerlendiren, ayıran bir anlayışın tamamen karşısındayım ve öne geçmiş olmak için de olsa böyle bir “teveccüh”ten yararlanmak niyetinde değilim. Ancak sanat uğraşımdaki yakınlığım dolayısile bu olayları tüketim toplumunun patolojik durumunu ele vermesi açısından ilgiyle izliyorum.
Amaçla aracın yer değiştirdiği kapitalist dünya sanatında, sinemada örneklerini bol bol gördüğümüz sivrilme, tırmanma tutkularının edebiyata sıçramasının nedenleri “son yıllarda” edebiyatın da para getirmeye başlamış olmasından başka bir şey değildir. Bu yüzden insanların bilinçlerini ve bilinçaltlarını hatta orada saklı cinsel zaafları bile kıpırdatarak reklam aracılığıyla (söz, yazı, fotoğraf,) tekrar tekrar kendini hatırlatmalarla yazarın kendisiyle doldurma çabası sadece kadın yazarın değil her cins yazarın uyguladığı bir yöntemdir. Ayrıca bu yöntem, tek başına artist ya da yazarın değil, kültürün soysuzlaştırılmasında kârı olduğu için emeği geçen parababası kadar, parababalarının dünyasından geçinmek zorunda kalan eleştirmenin de, gazetecinin de, uğraşı olmak durumuna getirilmiştir. Soruşturmanızın tüketim toplumu insanlarının hasta cinselliğini ortaya çıkararak, bilim adamlarına toplum yapımızın nasıl olduğu üzerinde ilginç bir malzeme olacağını sanmaktayım.
Saygılarımla.
TOMRİS UYAR
1— İlk sorunun üç bölümünü birlikte yanıtlamak gerekiyor galiba. Aralarında önemli ilintiler var çünkü.
Gerçekten Türk hikâyesi ya da genel olarak Türk yazını, çağdaş düşünce ve piyasa ile sıkı bir işbirliği kurdu son yıllarda. “Eskiden kurmamıştı” anlamı çıkmamalı bundan. Geniş kesitler aldığımızda, hikâyemizin çağdaş düşünceden hiçbir zaman tamtamına kopmamış olduğunu görürüz; sağlıklı bir damar hep süregelmiştir, hep etkindir. Ne var ki günümüzde güncel bir ses kazandı sanat. Öyle ki, gündelik olaylara, sıradan sayılabilecek duyarlıklara eğilmeyi kendine yakıştıramayan “entelektüel” yazarlar tarihe karışmak üzere. Yaşadığımız tedirgin günlerin büyük payı var bu olguda; artık okur, yazarın karşısında değil, üstattan ders alan, hikmet dinleyen bir öğrenci durumunda değil yani. Toplumsal olaylar karşısında en az yazar kadar bilinçli, yazar kadar titiz. Yazar ve okuru atbaşı geliştiren bir ülkede yaşıyoruz. Geri bıraktırılmış bir ülkenin yurttaşları olarak her gün kinimizi pekiştiren, çelişkileri açığa çıkaran olaylarla karşılaşıyoruz.
Almanya’ya gidemeyen işçilerin dertleri ile Ajda Pekkan’ın mutsuz evliliğine eş ölçüde yer veriyor basınımız. Orhan Gencebay modası bir yandan sürüp giderken Tekirdağ’dan bir genç kız Avrupa listelerindeki “Rock me Baby” şarkısını isteyebiliyor radyodan. Kadın matinelerinde erkek şarkıcılar oynatılıyor yine. Ellinci yılda gazetelerin düzenlediği “elli yılın altın sanatçılarını seçme” anketlerinden “sanatçı”dan kimlerin kastedildiğini öğreniyoruz. (50. yıl amblemiyle, mini-etek modasının öncüsü Mary Quant’ın makyaj malzemelerini ambleminin aynı olması pek şaşırtmıyor o kişiyi.)
Asıl sorun güncelliğin yansıtılışında çıkıyor. Günümüzde öz-biçim tartışmasının yürürlükten kalktığını sanıyorum. Artık önemli olan, özün –yani olayın, duyarlık kaynağını, bildirinin– öğelerine en yaraşır ve okurca en iyi kavranır biçimde verilmesi, bu dengenin tutturulabilmesidir. Çünkü ufak bir sallantı bu dengede, ters uçlara götürebilir yazarı; ya anlaşılmaz olup çıkar, ya da olaya, konuya abanıp kolaycılığa kaçar. Her iki durumda da okura saygısızlık söz konusu. “Anlaşılmazlık”, günümüz hikâyesinin sorunu değil bence, “kolaycılık”sa gittikçe yaygınlaşıyor. Dünya görüşünün, siyasal seçmenin doğruluğu, ne yazık ki hikâye katına çıkarmaya yetmiyor bir olayı. (Ne yazık ki’yi gerçekten söylüyorum) Özel durumlardan büyük yaşama gerçekleri çıkarabilmek de gerekiyor. “Kötü Patron”, “Harmanda Köylü”, “Kış Gelince Memur” gibi tahrir ödevleri yazmak. Çok genç hikâyeci arkadaşlarda sık görülen bir yönseme bu. Üstelik genelleme nicelikselse, yazar, hikâyenin sonunu şöyle bağlıyorsa: “Şu benim anlattığımı 100.000’le çarparsanız yurt gerçeğini bulmuş olursunuz.”
Bu kolaycılığın, olayları sıcağı sıcağına aktarma namusundan gelebileceğini düşünüyorum. Yine de aynı çalkantıyı yaşayan okuru unutmamak gerek. Sanat, ortaklaşa enazın değil, ortaklaşa ençoğun ardında değil midir? Ortaklaşa enaz’dan yola çıkmaksa fırsatçılıktır, kurnazlıktır, en azından safdilliktir. Bağışıklık kazandığı biçimlerle bağışıklık kazandığı konuları okura ne kadar yutturabilir ki bir yazar? Kitaplardan okunan gerçekleri, doğruları, sayıp döküp okura yaranmaya çalışmak, bu arada anlatıma titizlik bile göstermemek ne kadar sürer? Hele halkımızın bunca yıllık sanat mirası, içgüdüsel inceliği, genelleme ve soyutlamayı bağdaştırmaktaki ustalığı karşısında?
2— “Erkek şairlerden bunu, erkek hikâyecilerden şunu…” gibi bir ayrım yapıldığını duymadım daha ama “kadın hikâyeciler” lafından geçilmez oldu. Önce soruşturmalardan edindiğim izlenimlere dayanarak yanıtlayayım soruyu, neden mi kadın yazarlar? Çünkü:
a)Feminizm, kadın haklarının savunulmasını gerektirir.
b)Çağdaş toplumlarda kadın-yazar olması şarttır.
c)Türk erkeği, devrimlerin anlamını bilir ve kadına yol verir.
d)İlerleyen Türkiyemizde, bunca erkek yazar arasında birkaç kadın yazar da olmalıdır öbür yazmayan kadınları da temsil eden.
e)Kadınlar erkeklerle eşittir, daha da eşit olabilir.
f)Kadınlar tatlı tatlı konuşur, insan anasından masal dinlemiş gibi olur.
g)“Ne zararı var onlar da konuşsunlar. Bizim Şabandan iyi anlatıyorlar valla!”
h)Yazacağına, oturup yemek yapsın.
Kanımca sorunun yanıtı şöyle: kadın hikâyede, bilimde ve siyasada hatta eylemde de elele çalışıyor erkekle. Neden yalnız hikâyede olsun böyle bir ayrım? Sanırım kadın, bu toplumda yazma gereksinimini duyduğu anda, zaten birçok sınırı aşmış oluyor. Birçok ödülünü koparıp atıyor yaşamından. O yüzden de daha kesin, daha acımasız, daha bilinçli olabiliyor yazarlık uğraşında. (Burada saydığım özellikleri taşıyan erkek yazarları değil, gençliğinde yazmaya başlayıp da belli bir engelle, bir güçlükle, bir seçmeyle karşılaşmadan yazmayı sürdüren erkek yazarları kastediyorum elbet.)
Sorunun bir başka yanı da var. kadın yazar, kendini zorlamadan, salt yaşadıklarını, (anneliği, kızlığı, karılığı, kaynanalığı) anlatarak değişik bir dünya açabilir okura. Yoksa bu dönemde hâlâ kadın olmakta direnenler, toplumsal sorunları “aydın kadının cinsel sorunları” haline getirenleri, “La Garçonne” modasını hortlatmaya çalışanları okuyucu, “kadın yazar” sayabilir tabii. Kadınlık ne bir ırktır, ne bir sınıf. Kadın yazar, karşılaştığı güçlükleri, sadece cinsel sorunlara bağlamazsa, herşeyin ancak düzen değiştiğinde değişeceğine inanıyorsa, anlattıkları kadın-erkek herkes için geçerlidir.
**
Soyut
Aylık Edebiyat Dergisi
Şubat 1974
Sayı 67
"Yazıda hiçbir düzeltme yapılmamıştır, orijinal metindir. İmlâ hatalarının sebebi budur."
Başlıkta kullanılan görseller © Wang & Söderström