10 ARALIK, SALI, 2019

“Kafamda Yazılmayı Bekleyen Hikâyeler Oldukça Delilik Hep Sürecek”

2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü alan Dış Kapının Mandalı’ndan sonra ikinci öykü kitabı Bir Küçük Delilik ile okuyucusuyla yeniden buluşan Arzu Uçar ile bir söyleşi gerçekleştirdik. 

“Kafamda Yazılmayı Bekleyen Hikâyeler Oldukça Delilik Hep Sürecek”

Arzu Uçar ile 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nden sonra Varlık Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Dış Kapının Mandalı ile tanışmıştık. Uçar, geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ikinci öykü kitabı Bir Küçük Delilik’te yer alan 11 öyküsü ile okuyucusuna delilik ve delirme üzerine bir okuma deneyimi sunuyor. Arzu Uçar ile ödülden sonraki ikinci kitabına hazırlanma sürecini, yazma rutinini, karakterlerinin gelişim süreçlerini ve pek çok şeyi konuştuk.

2015 yılında Dış Kapının Mandalı isimli dosyanızla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazandıktan sonra Bir Küçük Delilik kitabınızla yeniden okurla buluştunuz. Öncelikle bu dört yıl süren ikinci kitabınızı yazma sürecinizden bahsederek başlayalım istiyorum. Dış Kapının Mandalı’ndan Bir Küçük Delilik’e neler oldu, neler yaşandı?

Bir Küçük Delilik içinde yer alan “Korku” isimli öykü ilk kitabım yayımlandıktan sonra yazdığım ilk metin oldu. O dönem yeni bir semte taşınmıştım ve başıboş dolaşan köpekler yüzünden eve dönerken zor anlar yaşıyordum. Sürü hâlinde dolaşan ve birbirleriyle kavga eden bu köpeklerle ilgili yaşadığım sıkıntı şiddetli bir hâl aldı zamanla; onları rüyamda görüyor, dışarı çıkacağım zaman onları düşünüyordum. Korkunun insanı nasıl delirtebileceği üzerine kafa yormaya başladım sonra ve bu düşüncelerle “Korku”yu yazdım. Hatta o sıralarda Varlık dergisinin bir sayısında yayımlandı bu öykü. Sonra bir sürü delilik hâli gelip buldu beni ve Bir Küçük Delilik şekillenmeye başladı.

Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü aldıktan sonra Bir Küçük Delilik’i yazarken bu ödül üzerinizde bir baskı oluşturdu mu?

Tabii ki oluşturdu. Bir Küçük Delilik içinde var olan öyküleri yazarken çok sıkıntılı bir hâldeydim; kâğıdın üzerinde başkalarının gözleri varmış gibi hissediyordum sürekli. Çünkü aldığım ödülü çok önemsiyordum ve yine nitelikli bir metin ortaya koymalıydım. Bir de şöyle bir korku oluştu içimde: Ya bu tek atımlık bir kurşunsa. Ya yazıp yazabileceğim bu kadarsa. Aklımda hikâyeler vardı ama onları istediğim gibi kâğıda aktaramayacağım korkusuyla masanın başına karın ağrılarıyla oturuyordum her seferinde. 

Bir Küçük Delilik’te karakterler genellikle yalnız, kendiyle konuşan bir yönüyle de korkak diyebileceğimiz karakterler. Bu karakterler nasıl oluşuyor, canlanıyor kafanızda? Bize biraz kafanızdaki karakterleri öyküleriniz aracılığı ile gerçeğe dönüştürme yolcuğunuzdan bahseder misiniz?

Karakterlerin yalnız olduğunu düşünmüyorum, en azından onları somut olarak yalnız bırakmak her öykünün gereği değildi. Hepimiz kendimizle konuşuyoruz; öyküleri birinci tekil şahıs diliyle yazdığım için böyle bir etki bıraktığını düşünüyorum okur üzerinde. Neticede her şeyi bilen nesnel bir anlatıcı olmayınca duygular ve kafada dönen düşünceler daha çok sarıyor öyküleri ve karakterler yalnız olmasa da biz onları okurken böyle canlandırıyoruz kafamızda.

​Ben yazmaya oturmadan önce çoğunlukla yaşadığım ya da dinlediğim bir olayın etkisinde kalmış oluyorum. Nadir de olsa tanıştığım bir insan da beni yazmaya itebiliyor. Bir süre olay ya da karakter dolaşıyor kafamın içinde. Yaşamın sahiciliğinden çıkarıp başka bir sahicilik kazanıyor kafamda. Olayların mekanları, sesleri; insanların yüzleri değişiyor. Gerçeklik paramparça olup yeni bir gerçeklik kazanıyor. Olan biteni neden olduğu gibi yazmıyorum peki? Bunun iki sebebi var. Birincisi kafamda bir hikâyeyle dolaşmak çok hoşuma gidiyor, sürekli onunla yatıp kalkmak, ona hayali şeyler katmak ve onunla oynamak. İkincisi ‘artık yazabilirim, yeterince olgunlaştı’ dediğim noktada kalem bambaşka bir yere götürebiliyor beni. Ve gerçeklik bir kez daha parçalanıp başka bir görünümle çıkıyor ortaya.

Kitabın adıyla da bağlantılı olarak, hayatın her geçen gün biraz daha zorlaştığı şu günlerde, delirmemek için yazmaya devam ettiğinizi söyleyebilir miyiz? Yazma rutininiz nedir, rutininizi nasıl tanımlarsınız?

Benim için yazmak bir iş olmadı hiçbir zaman. Umarım bundan sonra da olmaz. Kafamda hikâyeler var ve bunları içime sinen şekliyle yazıp insanlara ulaştırmadan ölmek istemiyorum. Delilik tam da burada ortaya çıkıyor. Çünkü onları tamamlayamadan bu dünyadan gidecek olmanın korkusu ve istediğim gibi kâğıda aktaramazsam endişesi bir çeşit deliliğe sürüklüyor beni. Bir Küçük Delilik tam da böyle korkularla çıktı ortaya. Kitap yayımlanınca tüm bu endişelerden kurtulup rahatlayacağımı düşünmüştüm ama öyle olmadı. Kafamda yazılmayı bekleyen hikayeler oldukça delilik hep sürecek.

İlk kitabınız öykü ödülünü aldığınız Varlık Yayınları’ndan çıktıktan sonra ikinci kitabınızda İthaki Yayınları aracılığı ile okuyucuyla buluştuğunuzu görüyoruz. Bir yazar için yayınevi ne kadar önemlidir ya da ne ifade etmelidir? Sürekli yayınevi değiştiren yazarlar hakkındaki görüşleriniz neler?

Varlık Yayınları ile Varlık dergisi aracılığıyla tanışmıştım; bence Varlık tüm yazarların yolunun bir şekilde kesişmesi gereken en büyük edebiyat okulu. Bu nedenle çok saygı duyduğum bir yayınevi oldu Varlık Yayınları, ödülü aldıktan sonra kitap hazırlanırken Mehmet Erte ile çalışmak ise hayattaki en büyük şansım. Çok sevdiğim bir yazarın aynı zamanda yayıncılık dünyasının en iyi editörlerinden biri olması ve benim onunla çalışma şansı yakalamam arayıp da bulamayacağım bir şeydi. Kitap yayımlandıktan sonra da iletişimimiz devam etti ve yazdıklarıma başka bir gözle bakmayı öğrendim sayesinde. Bu nedenle Bir Küçük Delilik’i ona ithaf ettim.

İkinci dosyayı yeniden Varlık Yayınları’na göndermedim, bunun en büyük sebebi dağıtım konusundaki sıkıntılardı. Ancak İthaki Yayınları’nı tercih etme sebebim sadece dağıtım ağının güçlü olması değil, Devrim Horlu’nun editör olarak orada bulunmasıydı. Ben yayınevini değerlendirirken editörünün kim olduğuna bakıyorum önce, sizinle aynı dili konuşan biriyle çalışacak olmak çok önemli, çünkü sadece kitap çıkarken değil okura ulaştıktan sonra da iletişiminiz devam etmeli. Devrim Horlu’nun da bir şair olması Bir Küçük Delilik’in arka kapak yazısına çok güzel bir şekilde yansıdı. Devrim’le birlikte diğer arkadaşlar da çok olumlu ve onlarla çalışmaktan çok memnunum.

​Yayınevi değiştiren yazarlar hakkında olumsuz bir yargıda bulunamam, sonuçta dediğim gibi editör-yazar ilişkisi çok önemli, bu ilişkinin iki tarafın da memnun olmadığı şekilde devam etmesindense yayınevi değiştirmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum.

Kitabınız Shakespeare’in en önemli tragedyalarından biri sayılan Macbeth’ten bir alıntıyla başlıyor. “Bir aptalın anlattığı bir masal bu: Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.” diyerek bir sonraki sayfada kitabınızla aynı adı taşıyan ilk öykünüz “Bir Küçük Delilik”e giriş yapıyorsunuz. Bu alıntının sizin için anlamını merak ediyorum. Kitabınıza ilham olan bir söz müydü bu? Nelerden ilham alırsınız?

Özellikle Film ve Drama yüksek lisansı yaptığım sıralarda tiyatro metinleriyle yoğun bir ilişkim oldu. Shakespeare’nin oyunlarını doğuya ya da farklı zamanlara uyarladığım çalışmalar da yaptım. Dolayısıyla sevdiğim ve hâkim olduğum bir alan bu. İkinci kitabımda yer alan Ophelia’nın Beklenen Doğumu tam da bu çalışmaların bir öyküye yansıması aslında. Hamlet, Martı ve Kerbela oyunlarının yazarları ve karakterleri dolaşıp durur öykü içinde. Macbeth’ten alıntı yapmamın sebebi karakterin tam bu sözü söylediği ana büyük bir empati gelişirmiş olmam. Lady Macbeth’in ölüm haberi geldiğinde kuruyor bu cümleleri Macbeth. İktidar hırsı ikisini de delirtiyor ve bu sözü söylediği yer bir kırılma anı. Delilik uzaklaşıyor o sırada ve pişmanlık yerleşiyor kalbine. Kendi duyguları tarafından kandırılmış bir karakter görüyorum orada ve delilik de tam böyle bir şey bana göre: Kendimiz tarafından kandırılmak.

Leo Löwenthal, Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum kitabında “Yazarın biricik ve önemli bir yapıt yaratma arzusu, onu o güne dek adlandırılmamış kaygı ve umutları başarıyla yeni ve çarpıcı ifadeler keşfetmeye zorlar. Yazar, birey konusunda uzmanlaşmış bir düşünürdür.” der. Bu sözden yola çıkarak size yazar ve toplum ilişkisini sormak istiyorum. Sizce yazar, toplumla nasıl bir ilişki içerisinde olmalıdır?

“Yazar şöyle bir tavırla yaşamalıdır hayatı,” diye ahkam kesmek bana doğru gelmiyor. Kendi deneyimlerim üzerinden şunu söyleyebilirim: ben her zaman çevremde olup bitenin fazla farkındaydım. Bu farkındalığın yarattığı huzursuzluk çok rahatsız ediciydi. Bunun üzerine yakın zamana kadar pek fazla düşünmemiştim. Ta ki Banu Özyürek’in Poz adlı kitabını okuyana kadar. Bir öyküde şöyle diyor Banu’nun çocuk karakteri: “Annem ‘Geldik,’ dediğinde ve bana binayı işaret ettiğinde bir tuhaftı. Neden her şeyi anlıyordum? Neden korktuğunu ama korkmuyormuş gibi davranmaya çalıştığını hemencecik anlıyordum? Bunlar beni yoruyordu.”

​Ben tam böyle hissederdim, bu galiba empati gücünün yoğunluğuyla ilgili bir şey, bunun için özel bir tavır geliştirmedim. Dediğim gibi bununla yaşamak da zor aslında, çünkü gün geliyor Macbeth gibi hayali bir karakterin bir lafıyla canınız yanıyor ve karakter yaşadıklarıyla sürekli hatırlatıyor kendini size.

Şu an üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Gelecek planlarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Üzerinde çalıştım bir hikâye vardı, ben onu bir öyküye dönüşeceği sanısıyla yazmaya başlamıştım ama yazarken onun bir romana doğru yol aldığını fark ettim. Şu ara onunla ilgili notlar alıyorum. İlk fırsat bulduğumda yoğun bir şekilde çalışmaya başlayacağım; bakalım nereye gidecek? Bu merak beni çok heyecanlandırıyor.

Görseller: Marie Muravski 

0
8845
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage