Serdar Uslu’nun kötülüğe dair mitolojik ve felsefi motiflerle bezeli, kara mizahın büyülü gerçeklikle buluştuğu ilk romanı Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri üzerine bir yazı.
Gerek kişisel hayat hikâyelerimiz gerekse de büyük toplumsal olaylar için hepimiz düşünmüşüzdür “o vaka başka türlü yaşansaydı nasıl olurdu” diye. Hayatımız, verdiğimiz anlık kararlar veya başkalarının daha büyük olaylar/durumlar için verdiği daha büyük kararlar neticesinde şekillenir aslında. Bugünü, yaşadığımız hâle getiren de o kararlardır. Tarih böyle akar. Peki ya farklı olsaydı?
Serdar Uslu, Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri (Timaş Yayınları, 2022) adlı ilk romanında böylesi bir sorunun peşine takıyor okurları. Takvimler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasını gösteriyor. Milli Şef Türkiye’sinde, Tapu Kadastro Müdürlüğü’nde sıradan bir memur olan Ali Ulvi’nin hayatı, bir sabah işe giderken tanımadığı biri tarafından durdurulup eline şube müdürüne vermesi için tutuşturulan bir zarfla rayından çıkıyor. Böylece romanın hemen başında okur da kendini kafkaesk bir anlatının içinde buluyor. Kısa sürede başına bir iş aldığının farkına varan Ali Ulvi, daha zarfı şube müdürüne nasıl takdim edeceğini dahi bilemeden kendini bir dizi anlamsız olayın akışına kaptırıyor.
Çok geçmeden Ali Ulvi, bir Alman teşkilatının içinde buluyor kendini. Daha doğrusu kendisine böyle bir açıklama yapılıyor: “Führerimiz Adolf Hitler ölmemişlerdir; harekatımızı el altından yürütmek yolunda gerekli tedbiri alarak gizli komuta karargâhımıza çekilmiş ve Avrupa’yı can evinden vuracak hususi teşkilatı etten kemikten bir esvaba bürümek vazifesini şahsıma tevdi eylemişlerdir.” Bu teşkilatın temel amacı “Kenan illerindeki Yermük’ten, Londra’nın kalbindeki Trafalgar Meydanı’na” yer altından bir tünel kazmak. Ali Ulvi ve olaylara maruz kalan Hidayet Hanım, Nazif Efendi gibi başkaları bir süre durumun şaşkınlığı içerisinde kalsa da sonradan bir şekilde olaylara uyum sağlıyor ya da sağlamak zorunda bırakılıyor. Ali Ulvi başlarda içine düştüğü bu absürt duruma anlam veremese de zamanla olayların baş aktörlerinden biri hâline geliyor. Bir yandan bu teşkilatın planlarına uyum sağlıyormuşçasına çalışırken diğer yandan insanlara, başlarına gelen bu kötülüğü anlatmanın yollarını arıyor. Gerçek ile hayal arasındaki bu gidiş geliş, Ali Ulvi’nin yaşadıklarını muhasebe etmesiyle devam ediyor.
Ali Ulvi, tipolojik olarak bana bir yönüyle Kafka’nın Joseph K.’sını andırdı. Kendi etkisi dışında gelişen olaylara müdahale edemeden savrulup gitmesi, yönünü tayin etmeye çalışsa da başarılı olamaması gibi özelliklere sahip o da. Bu yüzden sayfalar ilerledikçe Ali Ulvi’nin içine düştüğü duruma uyum sağlamaktan başka seçeneği kalmadığını görüyoruz. Ancak Ali Ulvi’yi bir Kafka karakterinden ayıran en önemli nokta yazarın üslubu bana kalırsa. Kara mizaha dahil edebileceğimiz dil, yaşanan absürt olayların daha da absürt görünmesine yol açarken okuru da eğlenceli bir bulmacanın içine sokuyor dersem yanlış olmaz sanırım.
Romanın bir diğer özelliği, başta da söylediğim gibi, tarihi bir çeşit yapısöküme uğratması. Daha en başta, romanın ismi olan Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri tabiriyle başlıyor aslında anlatılan tarih ile hesaplaşma. Ölmemiş olan Hitler’in İstanbul’da eski bir evde vakit geçirmesi, elinden düşürmediği gürgen dalını, büyük bir dünya haritasının üstünde gezdirerek Avrupa üzerinde “kötü” planlar yapması tarihe olan alternatif bakışı, mizahi bir dille de olsa, gösteriyor. Öte yandan Cumhuriyet’in kurucu isimlerinden olan İsmet İnönü için rahatlıkla “harbin tarafsız bir memleketinin başındaki bir memur” ifadesi kullanılabiliyor. Buna benzer pek çok örnek, romanda geleneksel tarihi anlatının tahrif edildiğini gösteriyor bize. Böylece roman tek bir tarihin, hatta tek bir gerçeğin olup olmadığını da sorgulamaya açıyor.
Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri, gerek kurgulanış biçimi gerekse de yazarın kullandığı dil ve üslup bakımından ilk kitap acemiliği sunmuyor okura. Belki romandan ziyade novella türüne yakın olan bu metin bir dönem hikâyesinden fazlasını vaat ediyor diyebilirim. Hikâyenin başlangıç paragrafı da bunun ipucu sunuyor aslında: “Küçük olaylar küçük müdahalelerle yönlendirilebilir belki ama büyük olaylar daima kendi yollarını izler, ne önceden kestirmek elde olur onları, ne de bir kez patlak verdiler mi hayra ya da şerre sevk etmek...”