Cumhuriyet çocuğu, 33 yazar ve düşünürün 1930-1980 dönemine ait, daha önce yayımlanmamış çocukluk anılarının yer aldığı Bir Türk Çocukluğu kitabından Haydar Ergülen'in kaleme aldığı çocukluğu...
Hiç çocuk oldum mu, bilmiyorum...
Çoğunlukla hayati durumlarda soruyla yanıt arasında hayli uzun bir zaman aralığı vardır. Sözgelimi benim çocukluğumu niye bağışladığım, onu kendimden niye uzaklaştırdığım, azad ettiğim sorusuyla çocukluğum arasındaki 40 yanıtsız yıl gibi. Soruyu sorduğum anda çocukluğumu zaten çoktan yitirmiştim. Kimbilir belki de bazı sorular yitirmeden, yitirilmeden sorulamıyordur.
Evcil bir çocukluk yaşadım ben, onu daha edebi olsun diye de ‘kağıttan bir çocukluk’ olarak süslemem bundan. ‘Evcil’ sözcüğü, insanın yalnızca kendi çocukluğu için değil başkalarının çocukluklarına da yönelik bir kötülük gibi geliyor bana artık.
Oysa çocuk olmak için, çocukluğu doyasıya, belki bir ömür boyu yaşamak için, her şey fazlasıyla vardı. Önce eski bir şehir vardı, küçüktü ama yol üstüydü, trenler içimizden, otobüsler kıyımızdan, Türk Hava Kuvvetleri’nin jetleri üstümüzden ve gemiler düşlerimizden geçerdi. Çocukluğun kadim aracı, yoldaşı bisikletin de gönlüne göre bir şehirdi doğduğum şehir. Türkiye’de çok rastlanacak bir durum, pek sık görülecek bir manzara değildir ama, bundan 50 yıl önce o Eskişehir’in caddeleri sabahları bisikletlerden geçilmezdi. Bir bisikletli ordusu ki işçiler, memurlar, pantolonlarının paçalarını kirlenmesin, yağlanmasın diye mandalla sıkıştırmış olarak, sanki Türkiye Bisiklet Turuna katılmışlar da start bekliyorlarmış gibi anacaddelerini doldururlardı şehrin. Demek ki çocukluğum sokağa çıksa kendini bir bisikletin üzerinde bulabilirdi hemen.
Sokağa çıkmak... Ne kadar uzak bir yolculuk! Oysa kapının önüne çıkmak bile yeterdi. Kapının önüne çıkıp Bruegel tablolarını anımsatan, insan, çocuk, oyun, hayat ve doğa bolluğuna bakmak bile yeterliydi. Ama benim çocukluğum evdeydi, gözlerim harflerle, sözcüklerle doluydu.
Oysa diǧerlerinin çocukluk çayırlarında neler olmuyordu ki o sırada? Kimi yaşıtlarım kiralık bisikletlerle tur atıyorlar, kimileri de küçük top sahasında, birinin mutlaka “siyah-kırmızı/Anadolu yıldızı” Eskişehirspor forması giydiği iki takım halinde kıyasıya karşılaşıyorlardı. O zamanlar küçük de olsa evlerimizin arkasında kümes, bazen de ağıl olurdu. Kuzular yakın arkadaştı. Becerikli babaların yaptığı uçurtmalarla çocuklar övünür, yüksekleri arzularlardı. Kimbilir, belki de o yıllarda Eskişehir’de hemen tüm oğlan çocuklarının ‘jet pilotu’ olmak istemesinde üniformanın çekiciliği kadar kuşlarla yarışan uçurtmaların da payı vardır.
Metin Altıok unutulmaz bir şiirinde, “Ah kavaklar!” der ve özlemden yüreği sızlar ya, ben de ‘Ah çocukluk!’ diyorum ve hayatım kanıyor bundan. Ne bisiklet pedalı çevirdim çocukluğumda ne de bir uçurtmanın ipinden tuttum. Şimdi sözcüklerle çocukluğuma doğru bisiklet sürmeye çalışıyorum ve ipi harflerden bir uçurtmayı çocukluk denen o maviliğe, o eski gökyüzüne salıyorum. Fakat benden çoktan kopmuş o uçurtma, yalnızca ipi var elimde.
Ben baharın ve yazın arka odalarında büyüyen bir çocuk oldum. Kışın kışı, güzün güzü yaşadım ama, ilkbahar ve yaz, serinlik ve uzaklık diyebileceğim mevsimler oldu. En çok kendi yalnızlığıma arkadaş oldum, kendi düşlerim kadar uzağa gittim ve tüm bu yolculuklarım evin içinde bile değil, yalnızca arka odada geçti.
Arka oda: Duvarda bir aslanlı halının yer aldığı, halının iki yanında ise Atatürk resmi ve Hazreti Ali ile 12 İmam tasvirlerinin bulunduğu küçücük bir dünya. Herkes yazdadır; gözlüklü, kepçe kulaklı, koca kafalı, 3 erkek 2 kız kardeşin ağabeyi, ailenin en büyük çocuǧu bense, mevsimleri kitaplarda yaşıyorum... Adım Alevi inancının gereği olarak ailenin ilk çocuğuna verilen Haydar. Orta ikiden terk, oto tamircisi, kaportacı bir baba, Kel Hasan ve ev kadını, kırmızı saçlı, çilli, ilkokulu bitirinceye dek ‘ablam’ sandığım gencecik, güzel bir anne, Nazlıgül. Aslında hepsi çocuk, annem ve babam dahil! Öyle çok çocuk vardı ki evimizde, benim çocuk olmama hiç mi hiç gerek yoktu. Kimbilir belki de o yüzden olmamışımdır. Ve 45 yaşıma kadar bizden iyiliğini, şefkatini esirgemeyen tek bir büyük, Nazlı babaannem. Aileme hiç kopmadan süregelen derin baǧlılıǧımın kökeni, şefkatin, ilginin, yakınlığın, ocakta kaynayan bir çorba gibi, dumanlarının sürekli tütmesinde olmalı.
Aslında tüm şehir bir aileydi. Herkesten biraz vardı orda, Tatarlar, Muhacirler, Manavlar ve Yerlilerden çok vardı, Aleviler, Kürtler de az değildi. En çok yaz hatırlar onları. Bazı şehirlerde, bazı zamanlarda yazın belleği öyle güçlüdür ki, anıların hafif, uçarak geçip gitmelerine izin vermez. Belki de taşraya, taşra yazlarına özgü bir tutumdur bu. Yazlarını deniz kıyısında geçirmeyen kasabalara, şehirlere özgüdür, iç şehirlere, ‘kara’ parçalarına. Arka odalarında yaşadığım yaz beni bile bırakmıyor baksanıza. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan kutsal Hıdrellez gecesinde Porsuk nehrinin kıyısına, akordiyonları, gitarları, şarkıları, oyunları, dilekleri, arzularıyla inen ve sonraki geceyi bir ‘vuslat gecesi’ gibi güzel uyuyan bir sokak ahalisini hiç unutur mu yaz?
Kardeşleri yazın sokaklarını dolduran bir ağabeydim ama ev bekçisi sayılmazdım yine de. Arka oda bir gemiydi ve ben de onunla yolculuk yapıyordum, kitaplara, romanlara, şiirlere, öykülere... Babam Ece Ayhan’ın ‘orta ikiden terk’ dediği çocuklardan biriydi, sosyalistti, her gün 6-7 gazete alırdı, bir o kadar da haftalık haber ve sol siyasi dergi, artı mizah dergileri... İlk kütüphanemi babam yapmıştı, ilk kitaplarımı da o almıştı; Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı, Che Guevara’nın Savaş Anıları, Hasan Kıyafet’in Gominis İmam’ı, elbette Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Halide Edip Adıvar, Orhan Kemal... Biricik dayımsa, o zaman da gençti; 56 yaşında yitirdiğimizde de gençti, Ankara’da üniversitede okuyordu. Kitapları Eskişehir’de anneannemin evindeydi. Küçük kitap dolabının anahtarı halının altındaydı. Varlık cep klasikleri, dünya edebiyatından çevirilerin yer aldığı Cep Dergisi, Yeditepe yayınları, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Divan Şiiri, Ernest Hemingway, Jean Paul Sartre ve diğer odada dedem Hüseyin Efendi’nin bazıları eskiyazı, bazıları Türkçe kitapları, Fuzuli’den Saadete Ermişlerin Bahçesi (Hadikat-ı Süeda), Ebu Müslim Horasani’nin, Hazreti Ali’nin Cenkleri... Ve o zaman sayıları fazla olmasa da Alevilikle, Alevi tasavvufuyla ilgili kitaplar, risaleler... Ben bunları Kerbela faciası için oruç tutulan Muharrem aylarında babannem, anneannem ve yaşlı Alevilerin toplandığı akşamlar okurdum. Önce benim sesim boğulur, gözlerim dolar, sonra da büyüklerin ‘ah Hüseyin, vah Hüseyin’ ağıtları arasında topluca gözyaşı dökerdik. Kendimi o zamanlarda da çocuktan çok, büyüklerin meclisinde yer alan bir ‘okumuş’ olarak hissederdim.
‘Okumuş’: Evet, doǧru kelime bu. Çocuk olmamıştım ama büyük de sayılmazdım, ukala olduğumu hiç hatırlamıyorum. Bir ailenin, bir topluluğun ilk ve erken ‘okumuş’larından biriydim. Çocukluk çağım okumakla geçti, sonra da biraz yazmakla. O yıllarda öğretmenlerimizin büyük çoğunluğu Cumhuriyet’in önemli atılımlarından ve kazanımlarından olan Köy Enstitülerini bitirmişlerdi. Aydınlanmacı insanlardı. Kitap uygarlığına inanmışlardı. Okumayı, okutmayı çok severlerler ve desteklerlerdi. Okuryazarlığı ailesi tarafından desteklenen bir çocuk olarak onlardan da nasibimi aldım elbette. Pek çok kitap armağan ettiler bana, ben de bu armağanlarına karşılık olarak ‘manzume’ler yazdım, şiir diyemem tabii. Atatürk haftasından orman haftasına, yerli malları haftasından 2 Eylül Eskişehir’in kurtuluş gününe, iki dörtlükten oluşan manzum şiirlerdi ve bunları pazartesi sabahları İstiklal Marşı ve Bayrak töreninden sonra mikrofondan okuyordum.
Kimsenin suçu yok kağıttan bir çocukluk yaşamamda. Babam, kendisi gibi tamirci olmayayım, makine mühendisi olayım diye okumamı destekledi, öğretmenlerim çalışkan bir öğrenci olduğum için destekledi, ben kitaplarda yaşamayı ve yazılarda tatile çıkmayı daha çok sevdim, bisikletlerin yerini yazılar, uçurtmaların yerini şiirler aldı. Çocukluksa bir başka bahara kaldı.
Eserin sanatçısı: Tanya Kuznetsova