Ingeborg Bachmann
Ingeborg Bachmann’ı tanıyalı 45, Paul Celan’ı tanıyalı 30 yıl oldu. Yankı Yayınlarından aynı yıl, 1969, çıkan Manhattan’ın İyi Tanrısı (çev: Hikmet Göktan) oyunu ile öykülerini içeren Otuz Yaş (çev: Kamuran Şipal) ilk okuduğum Bachmann kitaplarıdır. Sonra Ahmet Cemal’in çevirisiyle, herhalde bir kuşağın, okuryazar kuşağından söz ediyorum elbette, okuduğu Malina (BFS yayın, 1985) romanına gelmişti sıra. Bachmann’ın “Ölüm Türleri” başlığını taşıyacak roman dizisinin ilk kitabı olarak yayımlanan Malina'yı okuduğumda Kıbrıs’ta askerdim, ve sonra hayatımı derinden etkileyecek bir aşk acısının da tam ortasındaydım. O zamanlar, kitapların aşklarla, kalple okunduğu zamanlardı, o yüzden altı uzun uzun kırmızıyla çizili kitaplar buna yorulmalıdır. Malina'yı tekrar elime aldığımda gördüm o kırmızı çizgileri. Bazılarını ‘şiir gibi’ diye, bazılarını o günlerdeki halet-i ruhiyeme uyduğu, bazılarını ömürboyu unutmamak için çizmiş olmalıyım: ”Acıyı pazara çıkarmak, dünyadaki acıları artırmak, tiksinti verici bir şey bu”.
Bachmann’ın önemli kuramsal açıklamalarından biri de ünlü faşizm tahlilidir:” Faşizm nerede başlar? Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.” Bu savaşın farklı biçimleri de vardır, bazen bedel ödemek olur adı: “Büyülemek ve büyülenmek için herkesin ödemek zorunda olduğu” bir bedel, acaba ‘büyümek’ de eklenebilir mi bunların arasına, ‘büyümek isteyip de büyüyememek’...
Frankfurt Dersleri'ne (Bağlam Y., çev: Zeynep Sayın, 1989) şimdi yeniden baktığımda, Paul Celan’ın adıyla karşılaşıyorum. Bachmann’ın 1959-60 ders yılında Frankfurt Üniversitesi’nde konuk doçent olarak verdiği derslerin ikincisi “Şiirler Üzerine”. Bu konuşmada Günther Eich’in şiirleri için şöyle der Bachmann: “Şiirler artık tad alınabilecek bir nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece; amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura. Kendilerinden geçerek, ateşten miğferleriyle delip geçiyorlar geceyi. Bu söylediğim büyük bir oranda en son sözünü etmek istediğim şair Paul Celan için de geçerli. Bir mezar yazıtı, ‘Ölüm Ezgisi’ ile aramıza katılan bu ozan, ışıldayan karanlık sözcükleriyle gecenin sonuna doğru yol alıyor. Ve Celan’ın şiirlerindeki ‘ben’ yeğin bir tasarıdan, gözdağı verici bir baskıdan kaçınıyorsa da ‘acıya boğ beni, badem soyuna katıver, katıver beni...ne ise acı olan ve uyanık tutan seni...” dışında hiçbir şey dilemediği için kaçındığı o güce ulaşıyor. Yeni bir alana açıldığı için son şiir kitabını getirdim, Celan’ın Dilin Parmaklıkları’nı. Eğretilemeler tümüyle yokolmuş, sözcükler bütün maskelerini indirmiş, bütün sırlarını söylemişler, hiçbir sözcük diğerini kovalamıyor, etkilemiyor. Acılı bir dönüşten, sözcüğün ve yaşamın alımlanmasını çok ince bir sınamadan sonra yeni tanımlara varılıyor.” (agy, s.44). Sonra Ahmet Cemal tüm şiirlerini, Mustafa Ziyalan Dar Zaman'ı çevirdi, Metis’ten Bu Tufandan Sonra adıyla bir Bachmann seçkisi yayımlandı.
Paul Celan
Celan’ı 1983’te yayımlanan Bademlerden Say Beni (Çev:Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet, Adam Y.) kitabıyla tanıdım: “Say bademleri,/say acı olanı, uyanık tutanı say,/beni de onlara kat” dizeleriyle başlayıp, “Beni de acı yap, acı yap beni/ Bademlerden say beni” çığlığıyla biten bu kitabı bana armağan eden de o sıralarda ayrılmış olduğum sevgilimdi. Bachmann ve Celan, ikisini de biten iki aşk dolayısıyla tanımışım bir bakıma. Bunun ne anlama geldiğini ise yakın zamanlara kadar bilmem olanaksızdı. Sonra yine Ahmet Cemal’in çevirdiği, Celan'ın Bütün Şiirlerinden Seçmeler'ini (Kavram Y., 1995) okudum. 2006 yılında Arnavutluk’taki POETEKA Uluslararası Şiir Festivaline gitmiştim. Festivalin yönetmeni şair ve romancı Arjan Leka, Celan’ın ünlü şiiri “Ölüm Fügü”nün 10 farklı dilde çevirisinin okunacağını söyleyerek benden de Türkçesini istemişti. Okuma sonunda, Türkçe bilmeyen Arjan Leka, kendisini en çok Türkçe çevirisinin etkilediğini söyledi ses olarak. Evet ‘Alman bir ustadır ölüm’, ve bu şiirin hangi dilde okunursa okunsun yarattığı dehşetli etkiyi anlamak için Celan’ın yaşamına bakmak yeterlidir: Celan, Almanca konuşan bir ailenin çocuğu olarak, 1926’da Romanya’nın Cernauti bölgesinde doğar. Önce Yahudi hareketine katılır, sonra da İspanya İç Savaşında faşist general Franco’ya karşı Cumhuriyetçilerin saflarında çarpışır. Yenilginin ardından tıp eğitimi için Paris’e gider, II. Dünya Savaşı başlayınca da Romanya’ya geri döner. Ailesini bulamaz. Babası Polonya’daki bir toplama kampında hastalıktan ölür, annesi Karpatlar’daki bir kampta kurşuna dizilir. Celan aç kalmamak için bulduğu işte çalışır. 1942 Haziran’ında Alman askerlerince tutuklanır. Toplama kampında Sosyalist olduğu da anlaşılınca krematoryumda çalışmaya zorlanır. “Ölüm Fügü”nü bu kampta yaşadıklarından yola çıkarak yazar: ”Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya’dan gelen bir ustadır/sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler/ duman olup yükseliyorsunuz göğe/sonra bir mezarınız oluuyor bulutlarda rahat yatılıyor/.../Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü/sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya’dan gelen bir ustadır/akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan/ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi...”
Celan 1960’larda Seine üzerindeki köprülerde yaşamaya başlar ve 20 Nisan 1970’de uzun süredir altında yatıp kalktığı Mirebau köprüsünden Seine nehrine bırakır kendini. 50 yaşındadır. Bachmann’sa 47 yaşındayken Ekim 1973’te Roma’da evinde çıkan yangın sonucu yaşamını yitirir.
Kalp Zamanı
Sartre’dan Mayakovski’ye, Aragon’dan Kafka’ya sevdiğimiz pek çok yazar ve şairin lirik, epik, akıllı, deli ama her zaman dolu dolu mektuplarını okuduk. Ben Kalp Zamanı yayımlanıncaya kadar çağımızın bu iki büyük şairi arasında büyük, uzun, derin ve tutkulu bir aşk yaşandığını bilmiyordum. Ve ikisinin de kısacık, yoğun, trajik yaşamlarının 15 yılında bir bakıma mektuplarla yaşadıklarını, ‘Mektup Aşkları’ yaşadıklarını da.
Benim için doğrusu çok önemli ve değerli bir şiir olayı bu kitabın çevrilip yayımlanması: Kalp Zamanı-Ingeborg Bachmann/Paul Celan-Mektuplar (Çev: İlknur Özdemir,Kırmızı Kedi Y, Mart 2015). Bu nedenle kitabı, ki mektup da şiire sayılır hele bunlar iki büyük şairin mektuplarıysa, olağanüstü bir şiir duygusuyla Türkçeye kazandıran İlknur Özdemir’e teşekkür ediyorum. Doğrusu hem o şiir tadını alarak okudum, hem de gerilimi yüksek ve sürükleyici, ne de olsa tutkulu ve pek az görüştükleri için hakkıyla yaşanamayan bir aşk sözkonusu, bir roman gibi. Bachmann’ın sonra birlikte yaşadığı yazar Max Frisch ve Celan’ın evlenip çocuk sahibi olduğu Gisele Celan-Lestrange mektuplaşmaları da bu romana psikolojik, sosyolojik boyutlar katıyor. Fotoğraflar, belgeler, yazılar, şiir çevirileri, ezcümle hem derin ve geniş bir ‘Kalp Zamanı’ olmuş hem de yeniden Bachmann ve Celan ‘okuma zamanı’ gelmiş. Çoktur yazmıyordum ama bu kitabı okuyunca oturup şiir yazasım geldi, öyleyse bir de ‘şiir zamanı’ demek gerekir ki, iki şairin mektuplarından oluşan bir kitabın bu kadar ‘faydalı’ olacağı kimin aklına gelirdi?
Bachmann'ın Malina'sını okurken yaptığım gibi tıpkı, bu kitapta da pek çok satırın altını çizdim: “Yakında yine Hindistan’a ve bir zamanlar gördüğümüz rüyalara sınırı olan sulara bakacağımızı umuyorum. Ama artık senin için mümkün değilse ya da çoktan bir başka denize dalmışsan, beni, başkaları için boş bıraktığın elinle tut.-Ingeborg”, “Okuyorsun şimdi, sesini düşünüyorum-Paul”, “Burası öyle sakin ki. İlk cümleden bu yana yarım saat geçti, önceki sonbahar bu sonbaharla iç içe geçiyor.-Ingeborg”, “Şematik olarak doğru davranış yoktur, yoksa her türlü neşeden yoksun bırakırız kendimizi-Ingeborg”.
Şiir, iki huzursuz kalbin mektuplarından da doğabilir, ve Celan’la Bachmann’daki gibi bu huzursuzluğun bedelini yaşamla ödemek de gerekebilir. Bedeli şiir, mektup ve ölüm olan bu aşk bize ‘Kalp Zamanı’nın hiç geçmediğini hatırlatabilir.