Saygın Ersin’in efsaneleşen serisi “Yedi Kartal Efsanesi”nin ilk iki kitabı Zülfikar’ın Hükmü ve Erbain Fırtınası yeniden raflarda yerini aldı. Kitaplar, şimdi yeni bir neslin karşısına çıkıyor, Anadolu söylencelerinden beslenen romanlar, bu toprakların fantastik edebiyatına dair önemli ipuçları veriyor. Ersin ile “Yedi Kartal Efsanesi”ni konuştuk.
Türkçe fantastik edebiyat deyince aklımıza kimler geliyor, kimler gelmeli?
En başta, yazar olmasa da Galip Tekin gelmeli. Sonra Orkun Uçar, Barış Müstecaplıoğlu ve İhsan Oktay Anar. Ve tabii ki çevirmenler akla gelmeli. Dünyadaki fantastik edebiyat örneklerini, özverili çevirileriyle bize ulaştıran çevirmenler. Çiğdem Erkal İpek ve Sevin Okyay mesela, her daim hatırlanmalı. Bunlardan başka da çok isim var aklıma gelen. Hem benim kuşağımdan hem de gençlerden. Tek bir isim bile zikredersem listeyi durduramam, uzar gider.
Zülfikar’ın Hükmü ve Erbain Fırtınası’nın ilk kez yayımlandığı yılların Türkiye'siyle bugünün Türkiye'sini karşılaştırmanızı istesem, neler dersiniz?
İlk olarak “kendimi hiç o kadar yaşlı hissetmiyorum” derim.
O yıllarda yerli fantastik edebiyat “ciddiye alınmıyordu” bile diyemeyeceğim. Yoktu ki! Olmayan bir şeyi ciddiye alamazsınız. Bizler; fantastik âlemler üzerine kafa yorup hayal kurmuşlar bile, sıra yazmaya ve üretmeye geldi mi kendimizi ciddiye almakta zorlanıyorduk. Yayınevleri de çok farklı değildi. Fantastik edebiyatın patlayan ilk tomurcuklarını, kurumsal kimliklerinin neresine yerleştireceklerini çözememişlerdi. Ama bir taraftan da dünya edebiyatı ve sineması boş durmuyordu. Nefis şeyler okuyor, izliyorduk. Yani “bu iş boş” değildi. Edebiyata tat, boyut, renk ve okuyucu kazandıracağı besbelliydi. Bunları biliyorduk ve idrak etme aşamasındaydık.
Aradaki en büyük fark bu konularda sanırım. Artık yazarlar hikâyelerinin başına daha mesnetli bir özgüvenle oturabiliyorlar. Yayınevleri de ne yapacaklarını biliyorlar. Potansiyelin farkına vardık çünkü…
O günün okuruyla bugünün okuru arasında ne kadar fark var sizce?
Çok fark yok ve bundan da çok mutluyum, desem!...
Okuyucuların sayısı çok arttı ama bence özleri hiç değişmedi: Sevecen, bağ kurmayı seven, destekleyici…
Her kuşağın yeni okuyucular üretmesini de keyifle izliyorum. Bir “okuma geleneği” yaratabildiğimizi gösterir bu!
Bir de son zamanlarda, okuma tercihlerinde “yazardan metne” doğru bir kayma olduğunu düşünüyorum… Belki de bana öyle geliyor; bilemiyorum…
Türk mitolojisi, Anadolu hikâyeleri böylesine zenginken, bu söylencelerin bu derece az işleniyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz nasıl karar verdiniz bu toprağın söylenceleriyle romanlarınızı harmanlamaya?
Hammaddelerin nasıl işleneceğini henüz yeni yeni keşfetmiş sayılırız çünkü… Zamanla artacak bu ve Anadolu’daki hiçbir söylence, hiçbir hikâye ve mitoloji bu fırtınadan kaçamayacak!
Bana gelince;
“Yedi Kartal Efsanesi”nin başlangıcındaki motivasyonun ciddi bir kısmı aslında bir “misyon”du. ODTÜ Bilim Kurgu ve Fantezi Topluluğu’ndaki arkadaşlarla birbirimize sorup durduğumuz “bizde niye yok?” sorusunun getirdiği bir cevap yükümlülüğüydü. Yaptığımız onca sohbet, derlediğimiz onca bilgi, kurduğumuz onca hayal vardır “Yedi Kartal”ın arkasında.
Gerisi ise o meşhur hikâye: Benim tez yazmaya kalkışan aklımın firar edivermesi, tezi bir kenara atıp romanı yazmaya başlamam.
Tezden öyle sıkılmış, öyle yorulmuştum ki sırtımı yere getiren bir metnin hıncını alır gibi yazdım Zülfikar’ın Hükmü’nü. Erbain Fırtınası daha da hızlı aktı. Öyle bir “sağanak üretim” dönemiydi ki sonraki yıllar boyunca o performansımın yanına bile yaklaşamadım…
Lokman Hekim, kendi gibi sanat sahibi yedi çocuk, yaşadıkları maceralar, her adımda yarattıkları yeni dünyalar... Son derece görsel romanlar yazıyorsunuz, ilham kaynaklarınızı öğrenmek isteriz.
İlham kaynakları listesinin en başına çocukken okuduğum onca çizgi romanı koyabiliriz sanırım. Sonra da çocuk kitaplarını.
Şanslı çocuklardık. Hem memlekette hem de yurt dışında şahane yazarlar, bizler için büyülü hikâyeler yazmışlardı.
Zülfikar’ın Hükmü’nün ilk sayfalarında anlatmakta zorlanıyor ve kendime bir “yazma stratejisi” aranıyorken eski dostlar imdadıma yetişti. En doğru yolun, en iyi bildiğim yol olduğunu söylediler. Sözlerine kulak verip, çizgi roman mekanizmasını tersine doğru çeviriverdiğimde sorun çözüldü. Hikâyeleri karelere bölüp, her kareyi tek tek anlatacaktım, bir de geçişlerde dikkatli olacaktım. Çizemediğim için yazıyor olacaktım yani… Anlatıdaki görselliğin sırrı sanırım bu…
Detayları önemseyen, betimlemeleri seven, metinde tasarruf yapmayan, coşkuyla anlatan bir yazarsınız. Daha sık kitap çıkarmıyor olmanızın nedenlerinden biri de bu mu?
Evet ama nedenlerin sadece bir kısmı bu.
Detayları önemsemekten ziyade onlara bayılıyorum! Bir araya geldikçe motiflere, sahnelere, atmosferlere dönüşmelerini hayranlıkla izliyorum. Bu detaylara vâkıf olmak da uğraşı ve çaba istiyor tabii. Hele bir de detaylar doygun betimlenmişse, metin o zaman coşuyor işte. Ama bir yan etkisi var: Metinde tasarruf yapmayı zorlaştırıyor. Yani tasarrufu en başta, yazmaya başlamadan önce, zihinde yapmanız gerekiyor. Coşan hayal gücünüze, kabaran yazma iştahınıza “Kardeş, biraz sakin!...” demeniz gerekiyor. Bunu becerebiliyorum biraz. Fakat söz konusu “Yedi Kartal Efsanesi” olduğunda frenlerim kesinlikle tutmuyor.
Ama dediğim gibi, tüm bunlar benim sık kitap çıkartmayışımın nedenlerinin sadece bir kısmı. Meselenin diğer kısmında ise iki ağır top; benim tatlı tembelliğim ve iflah olmaz ‘keyif düşkünlüğüm’ var. Pencereden dışarıya, güzel havaya şöyle bir bakıp, metne kolaylıkla “Bugün değil bebeğim…” diyebiliyorum.
“Yedi Kartal Efsanesi” nasıl devam edecek? Yeni romanda ne durumdasınız?
Kitapları okumuş olanlar bilirler. “Yedi Kartal”ın en sağlam müttefikleri olan Yörükler’in asli görevleri, Toroslar’ın zirvelerinde gizlenmiş olan ‘Kapılar’ı korumaktır.
İşte “Yedi Kartal Efsanesi”nin yeni hikâyesinin bir kısmı bu kapıların ardında, bize benzeyen ama asla bizim gibi olmayan, istisnasız her ferdinin büyü gücüne sahip olarak doğduğu, kimsenin yaşlanmadığı, bambaşka bir kültürü ve hiç duyulmadık bir dili olan yeni bir diyarda geçiyor.
Kitapları bitirdim! Aslında “kitabı bitirdim” demem gerekiyordu ama hikâye tahminimden çok daha uzun sürünce, tıpkı, aslında tek bir kitap olan Zülfikar’ın Hükmü ve Erbain Fırtınası’nı ikiye ayırdığım gibi, bunu da bölmem gerekti. İsimlerde bir değişiklik yok ama. Üçüncü kitabın ismi hâlâ Ateş ve Bedel. Artık bir de dördüncüsü gelecek: Taşlar ve Kapılar.
Şu sıralar ince işçilikleriyle uğraşıyorum, bir de yeni yaptığım dilin ince ayarlarıyla. Hikâyenin geçtiği yeni hayal diyarı, “yapılmış bir dili”, fantastik âlem jargonundaki tabiriyle bir “con-lang”i kesinlikle hak ediyordu. Hayatımda kalkıştığım en keyifli ama en ağır deliliklerden biri oldu sanırım bu… Eh biraz vakit de aldı…
Pir-i Lezzet'te yarattığınız dünyanın devamı gelecek mi? Yine sarayın, yine entrikaların ve yine lezzetler pirinin olacağı bir kurgu düşünüyor musunuz?
Açıkçası Pir-i Lezzet’in hikâyesini takip eden ya da onun civarından beslenen bir “devam hikâyesi” yazmayı hiç düşünmedim, hiç istemedim, hâlâ da istemiyorum.
Fakat bu, Pir-i Lezzet’in sonu anlamına da gelmiyor tabii ki.
Kitaptaki söylenceyi hatırlayalım: Pir-i Lezzet, yeryüzüne yüzyılda bir gelen ender, kutsanmış bir yetenektir.
Yani Pir-i Lezzet tek bir kahramanı değil, türlü zamanlarda ve coğrafyalarda yaşamış birçok kahramanı temsil eder. Kutsal, görünmez bir pelerin gibidir o. Kim giyerse, Pir-i Lezzet odur!
Kısaca; Malazgirt’ten hemen önce Selçuklu topraklarında, miladın eşiğinde Roma’da, koloniyal dönemde Peru’da bir Pir-i Lezzet yaşamış olabilir. Hatta bugün, günümüzde, yine İstanbul’da, belki de İzmir’de yaşıyor olabilir ve tüm bu ihtimallerin hikâyesi yazılabilir!
Pir-i Lezzet bildiğimiz kadarıyla 17 dile satıldı, farklı dillerde farklı okurlarla buluşuyor. “Yedi Kartal Efsanesi” için de benzer planlar var mı?
Bilemiyorum…
Hem olumlu hem olumsuz birtakım öngörülerim var tabii ki ama bunları konuşmak için erken daha. Ayrıca, şu an itibarıyla, kitabın uluslararası başarısıyla ilgili tüm hayaller, on beş yıldan sonra geri dönen “Yedi Kartal Efsanesi”nin yaşattığı coşkunun yanında sönük kalıyor…
Başlık ve slider görselleri Jack Fishburn'e aittir.