Bu sene altıncısı düzenlenen Mumbai Edebiyat Festivali’ne Hintliler gerçekten büyük önem veriyor. Yalnızca okumaların ve panellerin yapıldığı, koyu edebiyatseverlere yönelik bir etkinlikten çok daha ötesi geniş bir katılımcı kitlesine ulaşmayı başarıyor.
Hindistan’ın İstanbul’u diyebileceğimiz Mumbai, İngilizlerin taktığı ve bizim de ağzımızın alıştığı ismiyle Bombay, gönül rahatlığıyla karmaşanın başkenti olarak tanımlayabileceğim, sürprizlerle dolu bir şehir. 20 milyonu aşan nüfus dediğimde, İstanbul’dan daha kalabalık değilmiş diyebilirsiniz, ama Mumbai’de metro gibi yeraltından giden ulaşım araçları yok, metrobüs tarzı seçenekler yok, otobüs bile pek az kullanılıyor. Dolayısıyla hepsi arabalarla ya da Hindistan’a özgü, Rickshaw denilen üç tekerlekli taksilerle bir yerden bir yere ulaşmaya çalışan 20 milyon kişinin yarattığı trafik gerçekten kaotik.
Mumbai’nin bir başka enteresan çelişkisi, dünyanın en zenginleri arasında sayılan kişilerle dünyanın en fakirleri denebilecek kitlelerin birbirine komşu olması. Bütün büyük şehirlerde ne yazık ki ciddi bir oranda fakirlik vardır, ama başka metropollerde zenginlerin oturduğu semtlerle gelir seviyesi düşük olanların mahalleleri az ya da çok birbirinden ayrılır. Mumbai’de ise bir Bollywood yıldızının satın alıp malikâneye dönüştürdüğü 8 katlı lüks bir binanın hemen yanında sokakta uyuyan onlarca insan görmek, karın tokluğuna çamaşır yıkayan yüzlerce adamın çalıştığı dünyanın en büyük çamaşırhanesi Dobi Ghat’ı geride bıraktığınızda, karşınıza milyon dolarlık şık konutların çıkması sıradan manzaralar.
Yıkık dökük binaların arasından geçerek girdiğiniz kirli bir sokağın sonunda, her ayrıntısı muazzam, binlerce yıllık görkemli bir tapınağa ulaşmak, sokağın ortasında yakılan bir ateşin etrafında İsa’ya dua edenlerle selamlaştıktan hemen sonra, fil kafalı, insan vücutlu, dört kollu tanrı Ganesha’ya ibadet edenlerle karşılaşmak da bir süre sonra şaşırtıcı gelmemeye başlıyor.
Mumbai’de erkekler genellikle sade ve göze batmayan kıyafetler giyiyorlar, kadınların ise çoğu sari adı verilen, omuzlarına attıkları bir şal havası veren, rengârenk yerel giysiler içinde dolaşıyor. Tabelalardan arabalara kadar her şey tam bir renk cümbüşü içinde. Türkiye’de kamyon arkası yazılarını ilginç buluyorsanız, Mumbai’de kamyonların sadece arkasının değil her yerinin resimlerle, yazılarla süslenmiş olduğunu, hatta çoğu zaman farların üstüne kocaman gözler çizildiğini söylemeliyim.
Uzun yıllardır Mumbai’de Hindular, Müslümanlar, Hristiyanlar, Budistler ve diğer azınlık dinler kardeşçe yaşıyor. Ama son dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi Hindistan’da da yükselen dinsel fanatizm, Hinduların bir kısmını diğer inançlara karşı sertleştirmiş. Hint kültüründe sayısız tanrı var ve hepsinin dünyada farklı şekillerde temsil edildiğine inanılıyor, inek de dinsel öykülerde bu tanrılardan birinin girdiği bir şekil. Her ne kadar Mumbai’de her köşeye gitsem de, bizdeki genel kanının aksine sokakta özgürce dolaşan tek bir inek görmedim. Ama Kurban Bayramı’nda inek kesmek isteyen müslümanlarla hindular arasında ciddi gerginlikler yaşanabiliyor, hatta cinayetler işlenebiliyormuş.
Hintçeye çevrilen Türk yazarların azlığı nedeniyle, Türkiye’den katılan ilk yazar gibi enteresan bir sıfatla iştirak ettiğim Mumbai Edebiyat Festivali, şehrin tüm bu karmaşasına bir isyan bayrağı açmışcasına, bugüne kadar gördüğüm en ciddi ve organize sanat festivallerinden biri oldu. Festival komitesinin profesyonelliğini daha Türkiye’deyken bana gönderdikleri detaylı bilgilendirme e-postaları ile anlamaya başlamıştım. Şehre ayak bastığım andan itibaren bu konuda beni etkilemeye devam ettiler. Festivalin sponsoru olan TATA’nın, sadece Hindistan’ın değil dünyanın en büyük şirketlerinden biri olması ve bu etkinliğe ciddi bir bütçe ayırması bu konuda elbette büyük kolaylık sağlamış. TATA dünya çapında ucuz otomobilleriyle tanıdığımız bir şirket, ama Hindistan’da neredeyse her iş kolundalar ve özellikle enerji alanında devasa yatırımları var. Her yarım saatte bir oteller ve festival alanı arasında son model araçlarla ulaşım sağlanması, benim gibi başka ülkelerden gelen yazarların şehrin en ünlü oteli, Mumbai’nin Çırağan Sarayı diyebileceğimiz Taj Mahal Palace’da ağırlanmaları, akşamları şehrin en şık mekanlarında düzenlenen kokteyller, bu bütçenin büyüklüğü için yeterli göstergeler. Festival komitesi, ülkedeki konsoloslukların desteğini de almayı başarmış. Beni son derece iyi ağırlayan ve yerel kültür hakkında pek çok değerli bilgiye ulaşmamı sağlayan Mumbai Başkonsolosumuz Sabri Ergen Bey de festivalin önemli destekçilerinden.
Bu sene altıncısı düzenlenen Mumbai Edebiyat Festivali’ne Hintliler gerçekten büyük önem veriyor. Yalnızca okumaların ve panellerin yapıldığı, koyu edebiyatseverlere yönelik bir etkinlikten çok daha ötesi, Edgar Allan Poe’nun öykülerinin tiyatro uyarlamaları, şiirlere eşlik eden yerel dans gösterileri, performans sanatçılarının sıra dışı şovlarıyla çok daha geniş bir katılımcı kitlesine ulaşmayı başarıyor. Şehrin pek çok yerinde devasa reklam panolarında yer alması da cabası.
Bu yıl 14 farklı ülkeden 100’ü aşkın yazarın katıldığı festivale şehrin en önemli kültür merkezleri olan NCPA (National Center of Performing Arts) ve tarihi Prithvi tiyatrosu ev sahipliği yaptı. Her iki mekanda da etkinlik düzenleyen şanslı yazarlardan biri olarak, Prithvi’nin ev ortamı havası veren sıcaklığı ve genç müdavimleriyle, biraz bizim Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ni andırdığını söyleyebilirim. NCPA ise pek çok salondan oluşan büyük bir yapı. Prithvi tiyatrosunda, Hintçeye çevrilen kitabımdan yaptığım okumanın açık havada gerçekleşmesi ve katılımcıların yere serilmiş hasırların üzerinde oturması hoş bir deneyim oldu. NCPA’da gerçekleştirdiğim bilimkurgu yazımı atolyesi ise birbirinden parlak yirmi beş katılımcı ile çok renkli ve ilham vericiydi. Yapay zeka üzerine çalışan bir bilgisayar mühendisi, fizik alanında çalışan akademisyenler, bilimkurgu kitapları yayınlanmış genç yazarlar gibi hepsi bu alanda heyecanlı ve deneyimli kişilerle böyle bir atolye yapınca, tahmin edeceğiniz gibi fikirler havada uçuştu, zihin çalıştıran beyin fırtınaları yapıldı ve hep birlikte onu aşkın bilimkurgu romanı fikri ürettik. Umarım içlerinden bu fikirler üzerinde çalışarak onları kağıda dökenler çıkar. Çok uzun süredir Batı’nın hegemonyasında olan fantazya ve bilimkurgu alanında Doğu’daki potansiyeli görmek için, Şanghay Edebiyat Festivali’nden sonra benim için yeni ve önemli bir fırsat oldu.
Pek çok renkli simanın yer aldığı festivalin açılış etkinliği olan “Kitaplar Dünyayı Değiştirebilir mi?” konulu sohbeti, ünlü Avusturalyalı Feminist yazar Germaine Greer ile Hindistan’ın uluslararası ödüller kazanmış şairi Vikram Seth gerçekleştirdi. Germanie Greer’in şakacı üslubuyla erkek egemen toplumun iki yüzlülüklerini yüzümüze vurduğu bu sohbetten sonra, etkinlikler iki farklı mekanda eşzamanlı olarak devam etti. Tüm insanların bir anda dünyadan yok olmasının ardından gezegenimizin zaman içinde nasıl da güzel bir yere dönüşeceğini anlatan kışkırtıcı deneysel kitabı “The World Without Us” (Biz Olmadan Dünya) ile Alan Weisman festivalin en ilginç konuşmalarından birine imza attı. Karishma Attari gibi fantastik korku romanları yazan genç Hintli yazarlar bugüne kadar üvey evlat muamelesi gören bu türlerin Hindistan edebiyatının geleceğinde daha fazla ses getireceğini vurguladılar.
Yine de tüm değerli yazarlara, tiyatroculara, dansçılara rağmen, bence festivalin asıl yıldızları sabahın kör vaktinden gece yarılarına kadar havalimanında nöbet tutup çeşitli ülkelerden gelen yazarları karşılayan, sürekli etrafımızda olan ve her isteğimizi fazlasıyla yerine getirip başka bir ihtiyacımız var mı diye gözümüzün içine bakan gönüllü gençlerdi. Çeşitli üniversitelerden gelmiş bu Hintli öğrenciler, mükemmel İngilizceleri ve bitmeyen enerjileriyle tüm davetlilerin gönlünü kazandılar. Ne kadar güçlü sponsorları olursa olsun, böyle kapsamlı bir festivalin gönüllüler olmadan sorunsuz yürümesi gerçekten mucize olurdu.
Festival alanı dışında her nereye gittiysem karmaşanın hüküm sürdüğü renkli şehir Mumbai’de böyle kusursuz bir etkinlik düzenlenebildiğini ve hem ülkenin en büyük şirketleri hem de onlarca gönüllü tarafından desteklendiğini görünce, ülkem adına bir eziklik hissetmedim desem yalan olur. Bizim İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali gibi uluslararası isim yapmış festivallerimizin sponsor ve gönüllü bulmakta yaşadıkları zorluklar, köklü bir edebiyatı ve bunca güçlü şirketi olan bir ülkeye yakışmıyor. Bir ülkenin büyüklüğü sadece ekonomik verilerle ölçülemez, kültür ve sanat alanında yaptıklarıyla da ölçülür. Mumbai gibi zor bir şehirde böyle bir festival yapılabiliyorsa, elbirliğiyle İstanbul’da en azından bu seviyede bir benzerini düzenleyebilmemiz lazım. Yoksa yazarlarımızın kişisel başarılarıyla Türk edebiyatının uluslararası bir saygınlık kazanması pek mümkün değil.
Şangay’dan Londra’ya, Frankfurt’tan Romanya’ya, dünyanın pek çok yerinde edebiyat festivallerine katıldım, ama Mumbai hem şehir hem de etkinlik olarak bunların içinde en etkileyici olanlarından biriydi. Hindistan gelecekte dünya edebiyatında daha fazla önem kazanacak, bu yüzden umarım bu festivale katılan ilk Türk yazar olmakla kalırım, son yazar olmam. Her iki kültürün birbirine katabileceği çok şey var. Bana gösterilen ilgiye bakılırsa, Hintli yazarlar ve okurlar da Türk edebiyatını daha fazla tanımak için son derece istekli. İki zengin edebiyatın gelecekte daha fazla etkileşim içinde olması dileğiyle…