“Sadece kelimelerimiz var. Kelimelerin açık anlamları,
örtülü anlamları, incelikleri ya da çağrıştırdıkları.
Kelimelerden bir zincir örüyoruz. Bu zincir bizi birbirimize bağlıyor.
Beklediğimiz son gelene kadar da bağlayacak.”
Ayfer Tunç’un Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura romanı üzerine bir yazı.
Romantik bir aşk hikâyesi okumak isteyenler Ayfer Tunç’un yeni romanında aradıklarını bulamayabilir. Bu kitabın başat konuları arasında daha çok aşkın acı, tereddüt, hayal kırıklığı, eksiklik duygusu, tutku ve bazen de küçük mutluluklar içeren “yan etkileri” mevcut. Kaderin yıkıcı gücü ile birlikte.
Kader hakkında bir roman yazacağının haberini Handan İnci ile yaptığı Karanlıkta Kelimeler adlı nehir söyleşisinde almıştık aslında Ayfer Tunç’tan. “Yazı” ve “Tura” bölümlerinin anlatıcıları olan Umut ve Sanem, kaderin hayatımızda farklı farklı şekillerde ve beklemediğimiz anlarda karşımıza çıkabildiğini kanıtlıyor. Annesinden taşıdığı genetik bir hastalığa yakalandığında, Umut bu kadere bir isim veriyor: “Sophie”. Hasta eden “Sophie’nin seçimi” Umut’a denk geliyor çünkü, ağabeyine değil. Genetik kodlamadaki sorun şu: 36’nın altında olması gereken CAG yinelenmesinin onda 41 olması. 41 yaşında ölecek oluşu da kaderin oyunlarından biri adeta.
Teşhisin konulduğu andan itibaren, zamanı iki parçaya bölerek somutlaşıyor aşılmayan, ketum kader: “Sophie’den önce” ve “Sophie’den sonra”. Zamanın akışını değiştiren, hayata bakışını etkileyen, bütün ilişkilerini sorgulamasına ve geçmişi yeniden değerlendirmesine yol açan da bu kabullenişi bekleyen, her tür mücadeleye sabırla gülümseyen kader.
Hastalık belirtilerinin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla birlikte, ölümün yaklaştığını hisseden Umut, yaşamının son aşkını Sanem’le Amerika’da gördüğü tedavi sırasında yaşıyor. Daha doğrusu, ikisi de çeşitli nedenlerle yalnızlık, boşluk ve geçmişin travmaları içinde boğulup ezilirken birbirlerine kelimelerle tutunup sarılıyorlar. Kurtulamayacaklarını, kurtaramayacaklarını bilerek.
Zaman ve kader ile savaşmak ancak yaşama kelimelerle anlam vererek mümkündür. Umut ve Sanem için ayrı ayrı önem taşıyor kelimeler. “Kendi dilimde çoktan öldüm” diyen Sanem, aslına bakılırsa, ailesi tarafından sözcüklerle öldürülmüş. Hasta baba, hasta anneanne ve yorgun annesi arasında sessizlik içinde geçen bir çocukluk onunki. Kelimeler onun yaşadığı evde sıcak bir ilişki kurmak için kullanılmıyordu. Sanem’in anneannesi, tıpkı Yeşil Peri Gecesi’ndeki korkunç anneanne gibi, art niyetli, ruhsal dengeyi sarsıcı cümlelerle çevresini sıkıştıran zincirler örerken, annesi pamuksu yumuşaklıktaki sesinin arkasında oportünist düşüncelerini dile getiriyor.
Kelimeler, Umut’a da acı veriyor. Hastalığı ile ilgili tüm semptomları İngilizce yazılı, büyük harflerle her an gözüne batıyor, diğer küçük harfleri ezip güzel sözlere az yer bırakıyor. Kelimeler bir yandan zehir saçarken, diğer yandan Umut’un Türkiye’ye döndüğünde aşkını canlı tutan tek yol da kelimelerden köprüler ve yollar inşa etmek oluyor. İçinde hapis edebilen dil, Sanem ve Umut için kendilerini ve birbirlerini tedavi etme yöntemine dönüşüyor. Kaderleri birbirine bağlayan, zamana düzen veren, zamanın kölesi olmamayı sağlayan, delirmeyi önleyen kelimeler.
Bir tek ölüm, zamanın ve kelimelerin akışını durdurabilir. Bu anı beklemek istemeyen, beklemeye dayanamayan intihar ederek kelimeleri kendisinin seçtiği anda yok eder. Fakat “zaman yırtılana kadar”, kelimeler zamanın kumunu ve insanın kimliklerini çoğaltmaya da yarar. Farklı yaşamlar kurmak, çeşitli el yazıları yaratmak, “hikâyeleri elbiseler gibi denemek”, acımasız gerçeklere tahammül etmeyi sağlayabilir. Kelimeler boşluğu dolduruyor; çünkü Umut’un kemiklerine, Sanem’in taş gibi kalbine can veriyor. Beyin erimeye başladığındaysa, kelimelerin azalmasının bir insanın kimliğini nasıl tahrip edebildiği Umut’un Amerikalı ev sahibi ve Alzheimer hastası Cathy’de ortaya çıkıyor. Hatırasız, dilsiz kalan, mavi gözlü Cathy.
Umut’un kaderi de Cathy’ninkine benzer şekilde, zihninde birikmiş olan kelimelere zarar verecek. Sesini yutacak. Zaman un ufak parçalanarak dağılacak. Düzen çökecek. Umut’un “ben”inden geriye bir şey kalmayacak. Son anlarda anlatıcıların sesleri iç içe girip birleşiyor ama, ben’ler öylesine karışıp bütünleşiyor. Umut, Sanem var olduğu sürece var olacak. “Ya’aburnee” diyen Sanem ile yaşamaya devam edecek: “Beni sen göm, senden önce ölmek istiyorum çünkü seni kaybetmeye dayanamam” diyen Sanem ile.
Her eserinde olduğu gibi, Ayfer Tunç okurlarını yeni anlatım teknikleri ile şaşırtıp, dilinin zenginliği ve düşünsel yaratıcılığı ile büyülüyor. Tango dünyasından film müziklerine, Georg Trakl’in şiirlerinden, Max Frisch, William Faulkner ve başka yazarlara kısa ithaflarıyla ufkumuzu açıyor. Ne kadar karamsar olursa olsun, romanları hiçbir zaman yıkıcı olmuyor. Ayfer Tunç bütün acılara rağmen hep umuda yer bırakıyor. Çünkü, “Mucizeler her zaman beklenir hayattan. Aşkın kendi varlığından gelen, iyileştirici bir gücü vardır ve kıyaslanacak olursa, aşkla geçen zamanın özgül ağırlığı, saatlerin gösterdiği zamaninkinden kat kat fazladır. Aşk zamanın yoğunluğunu arttırmaya muktedir olan tek kimyadır.”
Kelimelerle sarılmak mümkündür. Son nefese kadar.
Görseller: Nicola Kloosterman, Raphael Halin