30 KASIM, ÇARŞAMBA, 2022

“Kendi Mitlerimi Yaratma Fırsatını Elimden Kaçıramazdım”

An Yu ile Pekin’in yüksek binaları arasından Tibet’e uzanan ve kadının hâlâ ikinci planda bırakıldığı orta sınıf ailelerinin hikâyelerini anlattığı Sen Çok Seversin Bu Yemeği kitabını çevirmeni Gökçe Çalışkan konuştu.

“Kendi Mitlerimi Yaratma Fırsatını Elimden Kaçıramazdım”

Koronavirüs pandemisi ve beraberinde getirdiği izolasyon nedeniyle hemen herkes yalnızlık ve tek başına olma hâli üzerine oldukça kafa yordu. Çinli yazar An Yu da edebiyat sahnesine ilk adımını, pandemi sürecinin başında yazdığı ve yalnızlığın kısıtlayıcı mı yoksa özgürleştirici mi olduğunu sordurtan Sen Çok Seversin Bu Yemeği romanı ile attı. Genç yetenek, eleştirmenler tarafından “yakından izlenmesi gereken yazarlardan biri” olarak görülüyor. Sorularımıza verdiği yanıtlarda dil tercihi ve kurgusal açıdan almaktan çekinmeyeceği risklere değinen ve “Beni okuyan tek kişi bile olduğu sürece istediğim tarzda yazmaya devam edeceğim,” diyen Yu, kendisinin yalnızlıkla ilişkisini de anlattı.

Öncelikle anadiliniz Çince olmasına rağmen neden İngilizce yazmayı tercih ettiğinizi merak ediyorum. Kendinizi İngilizce dilinin kapasitesi dahilinde daha iyi ifade ettiğinizi düşündüğünüz için mi? Yoksa daha çok okur ve yayıncıya ulaşabilme amacıyla mı bu tercihi yaptınız? Çünkü Türkiye de dahil dünya genelinde Çinceden çeviri yapan çevirmenlerin sayısı İngilizceden çeviri yapanlar kadar çok değil.

Bir dili diğerine özellikle tercih ediyor değilim; yazma sürecimde farklı dillerle deney yapabildiğim için şanslı hissediyorum. İngilizce yazmayı keyifli buluyorum çünkü kafamdaki hikâyeler üzerinde bana biraz yabancı biçimlerde düşünmemi sağlıyor. Ayrıca illa İngilizce dilinde “meydana gelmeyen” bir hikâyeyi anlatmak için doğru sözcükleri bulmak, kabul etmeye her zaman hazır olduğum bir meydan okuma. Hikâyenin hem İngilizcede hem de Çincede nasıl özgün kılınabileceği sorusunu aklımdan hiç çıkarmamam gerekiyor. Bu süreç hoşuma gidiyor.

Sen Çok Seversin Bu Yemeği kitabını ilk yazmaya başladığımda romanımın bir gün yayımlanacağını bilmiyordum. O yüzden İngilizce yazmak, üzerinde fazla düşünülmeden, hatta belki de içgüdüsel olarak alınmış bir karardı. Yayınevi ve çeviri olanaklarını göz önünde bulundurmadım. İngilizce yazmak bu hikâyeyi ele alırken başvurmak istediğim yoldu yalnızca. Artık, hâlihazırda üzerinde çalıştığım ve gelecekteki eserlerimde, daha fazla sayıda okura ulaşmak için İngilizce dilinin potansiyelini dikkate alıyorum. Ancak tabii ki hâlâ kendi anadilimde yazıyorum ve Çince yazdıklarımı da bir gün okurlarla buluşturmayı umuyorum. 

Okur yorumlarında kitapta “su” kelimesinin kaç kez geçtiğini sayanlar olduğunu fark ettim. Zaten kitapta su ve akışkanlığa gönderme yapan ifade ve öğeler de kolayca göze çarpıyor. Bildiğim kadarıyla Almanca çeviride de kitabın adında “su” kelimesi kullanılmış. Ben bunu tercih etmedim çünkü isteseydiniz siz zaten orijinal kitap adını “su” üzerine kurardınız diye düşünüyorum. Bu çıkarımımda haklı olup olmadığımı merak ediyorum. Kitabın adı için “su” kelimesi ya da “balık- adam” yerine yemek ile ilgili bir tercih yapmanızın özel bir sebebi var mı?

Benim gözümde, hikâyenin özünde Ciya Ciya’nın geçmişle ilişkisi yatıyor. Özen gösterilmemiş şeyler, hiç onarılmaya çalışılmamış ilişkiler, elin tersiyle itilmiş fırsatlar, cevapsız kalmış sorularla ilgili bir hikâye. Su dünyası ve balık- adamın her ikisi de Ciya Ciya’nın geçmişi gün yüzüne çıkarması ve bulduklarıyla yüzleşmesine hizmet ediyor. Su dünyası ve balık-adamın önemli olduğu doğru ama hikâyenin merkezinde değiller.

​Kitabın orijinal ismine adını veren yemek iki önemli sahnede karşımıza çıkıyor ve bunun Ciya Ciya’nın çocukken en sevdiği yemek olduğunu öğreniyoruz. İlk sahne Ciya Ciya’nın yalnızlığını, kızgınlığını, babasının yeni evliliğinden haberdar edilmediği için duyduğu kırgınlığı yansıtıyor. İkinci sahnede ise uzlaşı, kefaret ödeme, affetme, sevgi var. Baba ve kızının bu basit yemeği paylaştığı kare gözümün önüne gelince mutlu oluyorum. Ciya Ciya’nın hayatta önem verdiği her şey tek sahnede toplanmış gibi adeta.

Kitapta Pekin sokaklarında ve Tibet platolarında gezintiye çıkıyoruz, bu coğrafyaların insanlarının yaşam biçimlerine ucundan da olsa tanıklık ediyoruz. Siz bu kitabı yazmaya ne zaman karar verdiniz? Önce oraları ziyaret ettiniz ve size kitap için ilham mı verdi? Yoksa kitabın oralarda geçmesine daha en başta karar verip ardından bilgi toplamak için mi seyahate çıktınız?

Kitabın geçeceği yer olarak Pekin’i belirlemiştim en başından beri. Uzun zamandır “evin” yolunu bulmaya çalışıyordum, özellikle de bu kitabı yazarken. Yıllarca farklı farklı yerlerde yaşamıştım ve beni sabitleyebilecek ve bana yol gösterebilecek bir yerin ya da bir şeyin gereksinimini duyuyor gibiydim. Pekin bıraktığım gibi değildi, ben de bu kitabı yazarken büyüdüğüm bu şehri belgeleyebilirmişim gibi hissettim.

​Tibet ile ilgili yazmak da aşağı yukarı orayı ilk ziyaret ettiğimde aklıma geldi. Dürüst olmak gerekirse, buralara seyahat etmeye mi yoksa buralar hakkında yazmaya mı, hangisine daha önce karar verdiğimi söyleyemem. Yüksek platoları, spiritüelliği, havasının saflığı, güzel manzarası, insanların sahiciliği beni içine çekmişti

Kitapta farklı coğrafyalara gitmenin yanı sıra Çin, Budizm ve Tibet’teki yaşam tarzına ilişkin çok sayıda kültürel ifade ve unsura da yer vermişsiniz. Bununla birlikte bazı “fantastik” karakter ve olaylarla da karşılaşıyoruz. Bunlar bölgedeki efsanelerde, mitlerde anlatılagelen şeyler mi, yoksa sizin hayal gücünüzün ürünleri mi? Balık-adam ve laleler ilk aklıma gelenler.

Budist bir ev halkıyla büyümeme ve Budizm felsefelerinin hiç kuşkusuz yazımım üzerinde etkisini göstermesine rağmen bu romanımdakilerin çoğu herhangi bir efsaneye ya da mite dayanmıyor. Kendi mitlerimi yaratma fırsatını elimden kaçıramazdım!

Birçok şeyi okurun yorumuna bırakmak riskli mi? Kitabın sevilip sevilmemesini etkileyen bir tercih mi bu sizce?

Daha net hikâyeleri tercih eden okurları kesinlikle kitaptan uzaklaştırıyor ama benim almaktan kaçmayacağım bir risk bu. Romanları yazar ve okurun ortak çabası olarak görmeyi tercih ediyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, romanımı baştan yazmam gerekse bu hikâyeyi nasıl daha doğrudan anlatabilirim, emin değilim. Gerçeklik hiçbir zaman o kadar net değildir, öyle değil mi? Bu bahsettiğiniz yazma biçimi bir kitabın beğenilip beğenilmemesini etkilemez bana kalırsa, yalnızca kitabı beğenen kitleyi değiştirir. Kitaplarımı okuyan tek kişi bile olduğu sürece istediğim tarzda yazmaya devam edeceğim.

Bazı eleştiri yazılarında sizden “büyülü gerçekçi yazar” olarak bahsediliyor. Siz kendinizi bu kategoriye sokuyor musunuz? Özellikle sevdiğiniz büyülü gerçekçi yazarlar var mı?

Ben kendime büyülü gerçekçi yazar demezdim; farklı kurgu türleri de yazmak istiyorum! Kendimi tek bir türle sınırlamak için bir neden göremiyorum, özellikle de “büyülü gerçekçilik” artık oldukça muğlak bir ifade olduğundan. Edebi alanda türler arasındaki sınırlar giderek daha flulaşmaya başladı, ben de bunun parçası olmaktan heyecan duyuyorum.

​Birkaç isim saymam gerekirse, eserlerinde gerçeküstücülüğe başvuran ve benim imrenerek baktığım bazı yazarlar Jorge Luis Borges, Can Xue, Yan Lianke, George Saunders, Kazuo Ishiguro, Kobo Abe, Natsume Soseki ve Yoko Ogawa.

Türk edebiyatına aşina mısınız? Tanıdığınız, bildiğiniz Türk yazarlar var mı?

Türk edebiyatından eserleri arzu ettiğim kadar çok okumadığımı itiraf etmeliyim, okuma zevkine eriştiğim Türk yazarların çoğu da aslında İngilizce yazanlardan oluşuyor. Elif Şafak ve Orhan Pamuk’un eserlerinden çok keyif alıyorum, geçen yıl okuduğum kitaplar içinde en beğendiklerimden biri de Ayşegül Savaş’ın White on White kitabıydı.

Fotoğraf: Justin Lim

Türkiye de dahil birçok ülkede hem okurlardan hem de yayıncılardan Asya, özellikle de Kore edebiyatına büyük ilgi var son dönemde. Sizce bunun sebebi ne? Kasvetli denebilecek atmosfer ve karakterler mi okurların hoşuna giden? Ya da bu kültürlerin eskiye göre daha çok merak edilmesi mi?

Bunun cevabı bende değil sizde!

Tekrar kitaba dönecek olursak, kocasının ölümünün ardından Ciya Ciya'nın kendini kaybolmuş hissettiğini ama bir yandan da bu yeni yeni tattığı tek başınalığın da hoşuna gittiğini görüyoruz. Tek başınalık sizin için de arzu edilir bir şey mi, özellikle de koronavirüs pandemisinden sonra? Bu karantina ve kapanma dönemleri bir yazar olarak sizin yazma rutininizi ne yönde etkiledi?  

Yeni romanımı pandeminin ilk yılında yazdım. Geriye dönüp baktığımda günlerimin oldukça sakin geçtiğini görüyorum. ABD’de kısılıp kalmıştım, pandeminin başlangıcına oradayken yakalanmıştım, o yüzden ilk birkaç ayım kar yağışlı Vermont’ta, Pekin’e dönmenin bir yolunu arayarak geçti. Bu deneyim yazımımı birçok açıdan şekillendirdi: Tek başınalık, soyutlanmışlık, huzur ve sessizlik, alttan alta kendini hissettiren gerginlik hâli. Doğrusunu isterseniz kelime anlamıyla tek başına olmak beni hiç rahatsız etmedi, etmiyor. Sosyalleşmeyi seven bir tip değilim sizin anlayacağınız. Ancak benim genelde anlamakta, kabullenmekte zorluk çektiğim asıl şey insan deneyiminin kendi doğasından kaynaklanan yalnızlık; ne kadar uğraşırsak uğraşalım yalnızca kendi bedenlerimiz içinde var olduğumuz ve yalnızlıktan tamamen kaçamayacağımız düşüncesi. Bu var oluş biçiminde aynı zamanda sıcaklık ve sevgi dolu küçük anlar yakalamak da mümkün. İnsan böyle anlarda bir anda etrafındaki dünyayla iliklerine kadar bağ kurduğunu hissediyor. Yani demek istiyorum ki tek başına olma hâliyle karmaşık bir ilişkim var.

İkinci kitabınız Ghost Music [Hayalet Müzik] yeni yayımlandı. Türkçeye de yine Düşbaz Kitap tarafından kazandırılacak. Bu yeni kitabınızdan biraz bahseder misiniz?

Konser piyanistliği kariyerinden vazgeçmiş piyano öğretmeni Song Yan’ın hikâyesini anlatıyorum bu kitabımda. Otomobil satıcısı kocası, Song Yan’ın çocuk sahibi olma isteğine uzun süredir burun kıvırmaktadır. Kayınvalidesi de yanlarına taşınır; derinlere gömülü, Song Yan’ın o zamana kadar hiç öğrenemediği aile sırlarını da beraberinde getirir. Song Yan çok geçmeden eşinin memleketine has mantarlarla dolu tuhaf paketler almaya başlar. Aynı zamanda kapısız bir odada kapana kısıldığı, bir mantarla konuştuğu rüyalar görür. Kocasının geçmişi hakkında giderek daha çok bilgi sahibi olmaya başladıkça ailesinden uzaklaşır, on yıl önce sırra kadem basan ve öldüğü sanılan ünlü bir piyanisti aramaya çıktığı bu yolda gözünü karartıp Pekin’in o dar sokaklarına dalacaktır. Yas ve hayatta kalma, müzik ve hayaller, anılar ve insanın kendini keşfetmesi, geçmiş ve gelecek, aynı zamanda aile ve aşkla ilgili bir roman. Song Yan’ın hikâyesini Türk okurlarla buluşturmayı dört gözle bekliyorum. 

Tasarımda kullanılan eserler: Ina Jang'a aittir.

0
5625
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage