1. En çok sevdiğin öykün demiştim, Hiç'i seçtin. Neden?
Pişici Halil Abi var o öyküde. Kemeraltı'nın en güzel pişilerini yapardı. Pişi nimettir; azıyla aç doyurur. Bir de babam var tabii. Halil'i tanımadan rahmetli oldu. Babam kendi kuytusunun insanıydı. İzmir'e gelmek istemezdi. Sık gelseydi onu da götürürdüm Halil Abi'ye. Ama gelmezdi. Öyküde bir araya geldiler işte. Öykü öyledir; olmazı oldurur.
2. Giderek daha kısa yazdığın için sana kızan oluyor mu?
Rafta kayboluyor, diye şikâyet edenler oluyor. Ama bu sadece benlik bir şey değil. Öykü kendini yazdırıyor. Bizi kullanıp, kendini geleceğe taşıyan genler gibi işte. Ben zorlasam da uzamaz. Zorlamaya da gelmez. Böyle iyi.
3. İstanbul'a geldin iki kitap yazdın, döndün İzmir'e iki kitap daha çıktı. Nerede yazmak daha iyi geldi sana?
Her yerde yazılır. Biz bir yazı masası, belki kendimize ait bir oda, sessizlik, pencereden sızan bir gök istiyoruz yazarken. Ama mesela Uluslararası Ankara Öykü Günleri ödülünü alan Murat Saat, 99'dan beri F Tipinde yatıyor. Murat, gözlerini kapayınca evrenin her yerinde olabiliyor, demek ki.
Hiç
Uzaktan gırnatanın sesi geldi. İnce, hüzünlü, cambaz ipinde heyecanlı, sedirdeki ölü kadar sessiz, beyaz tende yuvarlandı; o canlı, sarıya çalan, buğday kokulu, terli damlalarına sarılıp iç geçirdiğimizdi. Sesler ardı sıra koşup, zıpladı. Titreyip yükseldi. Alçaldı. İkindi vakti minareye dokundu; bodur çamlara, açık pencerelere, depremden korkan çocuklara karıştı. Kediler huysuzlandı. Arka ayaklarını toprağa batırıp eşindiler; sırtları kabardı, yay oldular, kulakları ve diş etleri geriye çekildi. Gırnatanın körüğü incecik çatlaklardan sızıp evlere girdi. Doğduğumuz, seviştiğimiz, dövüştüğümüz, ağladığımız evlere giriverdi. Pis su borularından yeniden derelere, derelerden denize aktı. Orada boz bulanık suda yüzen eski arkadaşlarını buldu. Yükseldiler hep beraber de vapurun birine takıldılar. Martı dedikleri huysuzlandı. Ürktü, sövdü. Kıçtan kovaladı onları vapurun ışığı tükenene kadar. Sesler sıçradı Kordon’a doğru. Erişemedi taşlara. Denizin üzerinde kayrak taş gibi sekti. Hop, bir takla, iki takla, üç… Elektrik direğinin demirinde fırıldak gibi döndü. Palmiyeden bozma kuru ağaca çarpıp kucağıma düştü.
Kolum, kanadım kırıktı benim.
İnsan hiç babasını gömer mi?
Metre metre beyaza sarılmış bedenini kollarına alıp çukura indirir mi?
Dualar, dualar, kalabalık, sıcak…
“Emir Allahın.”
“Çöz baş ipini, çöz ayak ipini. Oğlum yasla şöyle, hah yavaşça. Tamam, mertekler geliyor. Hadi sen çık artık...”
“Rabbe Cebrâile ve Mîkâile ve İsrâfile ve Azrâile. Yâ Bedî’as-semâvâti vel-ard. Yâ Zelcelâli vel-ikrâm…”
Böyle bir dünya olur mu?
Nasıl dönecek babasız şimdi bu tekerlek?
Korkar adam.
Üstüne üstüne gelir her şey.
Parasızlık, arkasızlık. Direği yıkılmış bir ev.
Anan ölse bağıra bağıra ağlarsın.
Baban gidince şöyle okkalı bir lokma boğazında. Ağır, kuru, demirden de soğuk.
Adamın babası ölür mü?
Ölmez!
Bunu da görür mü insan?
Görmez!
Yuh, o zaman böyle dünyaya.
Daha beraber aldığımız yağ tenekesi duruyor mutfakta. Masanın altında Birincisini buldum bu sabah. Devrilmiş de düşüvermiş. Ya da gece uyanıp ter içinde, vurduydum yumruğumu tahtaya, o zaman yıkılmıştır gerisin geri.
Daha duvarda duruyor askerde çektirdiği fotoğraf.
Yanında yoldaşı Pişici Halil.
Halil Amca’nın mezarı eski mahallede kaldı. Taşı da eskimiştir şimdi. Belki yan yatmıştır.
Babamın taşı bile yok. Seneyi devriyesi gelecekmiş en azından. Mezar çöküp oturacakmış.
Olmaz, böyle olmaz!
Hayatta bir başına kalınmaz.
Dayak yer adam. Aç kalır, beceremez bir şeyi babasız.
Sesler kanat çırpıp havalandı üzerimde. Döndüler bir. Gırnatacı Selim’in sesleri boyun kırıp dolandılar. Belki Pişici Halil’in yanı başına giderler. Gitsinler.
Ama babam ölmesin.
Gırnatacı Selim ölmesin.
İnsanın babası ölür mü hiç!
14 Eylül 09