Yalçın Tosun, üzerine çekine çekine bastığımız halıları kaldırıp altlarına süpürdüklerimizi çekincesizce ortaya seren bir öykücü. Kederli, gerçekçi ve gerilimli öykülerin mütevazı yazarı; huzursuz, yalnız ve sevgisiz ruhların dünyamızdaki yalın kılavuzu. İstisnasız her öyküsünde insanın yutkunmasını biraz daha zorlaştıran Yalçın Tosun, okuyanın damağında tarifi zor bir tat bırakıyor.
“Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler” , “Peruk Gibi Hüzünlü” ve “Dokunma Dersleri”nde çocuk evreninin (çünkü çocukluk ayrı, başka bir dünyadır) ve kadın erkek demeden insan evreninin katlarını açan yazarla yeni öykü kitabı “Bir Nedene Sunuldum” dahil birçok şey konuştuk.
Edebiyatın eril dilden o kadar arınmış, sen de erkekliğinden o kadar soyunmuş bir yazarsın ki… Bunun içine, böyle doğduğunu söyleyeceksin muhtemelen ama elbette dikkat ettiğin, gözettiğin noktalar vardır dilde… Elbette bu çalışılmış bir dildir…
Çalışılmıştan çok birikmiş bir dil desek daha doğru sanki. Kendini inşa sürecinde bilinçli ya da bilinçsizce kenara konmuş birçok şeyin yansıması var o dilin üstünde. Buralarda çokça rastladığımız korkunç cinsel ikiyüzlülüklerin, baskıların arasından bir yol arayan, bulmaya çalışan bir dil. Aslında dokunduğu ve dokunan herkes ve her şeye selam gönderme heveslisi, yazarının yazısındaki gölgesi üzerine düşünen ve bu gölgeyle mücadele eden bir dil aynı zamanda.
Ve elbette bu dilin ustası ya da yoldaşı gördüğün isimler vardır!
Elbette ama bunu sadece edebiyatla sınırlamak doğru gelmiyor bana. Çünkü bir yazarın (ya da herhangi bir sanatçının) aracı –edebiyat için dil diyelim, ama aslında sadece dil olamaz elbet– binlerce ufak/büyük dokunuşla belirlenmiş, o anki halini almıştır. Benim için bu noktada senin sözünü ettiğin soyunmayla sınırlamaksızın tüm iz sahiplerini düşündüğümde ilk aklıma gelenler: David Bowie, Virginia Woolf, Thomas Mann, Yıldırım Türker, Aysel Gürel, Nahit Sırrı Örik, Murathan Mungan, Tomris Uyar, Hümeyra, Sevim Burak, Sait Faik, Katherine Mansfield, Sezen Aksu, Raymond Carver, Annie Lennox, Mike Leigh, Pedro Almodovar, Michael Haneke, Robert Altman… Bu liste tabii ki eksiktir ve kolayca bitmez, o yüzden burada durayım.
‘Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler’deydi sanırım. Yanılıyorsam düzelt beni. Bir kahramanın, “Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor,” diyordu. Senin hikâyeciliğini özetleyen bir tutum diyebilir miyiz buna? Bize hikâye kişilerin hakkında verdiğin bilgiyi kastederek soruyorum bu soruyu.
Özetlemekten öte, bir yanını sergiliyor bence. Kendimizden bahsetmekteki o korkunç iştahımız zaman zaman midemi kaldırıyor. Ketum bir insanım ben, öykülerim de bundan nasibini alıyor belki, kendilerini, duygularını çok anlatmaz benim öykü kişilerim, hareket ederler sadece. Hareketlerinin hangi anlamlara geldiğini düşünmek belki o duyguyu doğurur. Nedenleri, nasılları hep gizleyerek bağırırlar. Çünkü bir şeyi ne kadar gizliyorsak aslında o kadar görünmesini istiyoruz bana kalırsa.
Özellikle senin hikâyelerin bana, çocukluğun çok hazin bir şey olduğunu hatırlatıyor. Kendi çocuğuma bile içim kıyılmadan bakamıyorum. Yetişkinlerin diktası altında cennet de, cehennem de olabilecek bir zaman sanki çocukluk. Sen ne dersin?
Aynen öyle. Kapılar ve kapılar, karanlık dehlizler, sonra yine kapılar var çocuklukta. Ve o kapıların kaderi genellikle yetişkinlerin ellerinde. Bazı kapılar erken açılmış, hiç açılmaması gerekenler mesela. Bazıları mutlak açılmalıymış ama es geçilmiş talihsizce. Büyüdükçe bir acıma başlıyor işte, hem kendi çocukluğuna hem öteki çocuklara acıyor insan. Dünyaya kocaman ve gitgide dev bir canavara dönüşen bir acıma duygusuyla bakmaya başlıyor.
Yalçın Tosun hikâyelerinde mutlu aşk ya da mutlu cinsellik bulamayacak mıyız? Aslında genel olarak mutlu son bulamayacak mıyız diye sorsam daha mı yerinde olurdu!
Mutluluğa ya da mutluluğun sürekliliğine inanmıyorum. Sürekli olan endişe, korku, acı ve saçmalıklardır hayatta. Mutluluk anları dokunur geçer, okşadığı yanağı başta hoş etse de, sonra zehirli bir ısırganın teması gibi kaşındırmaya başlar. Varlığı ayrı, yokluğu ayrı derttir mutluluğun çünkü. O da bu yönüyle başlı başına bir endişe kaynağıdır.
Kitap hakkında yazılan yazılarda, hikâyelerdeki cinselliğin özellikle dikkati çekiyor sanki. Sen de aynı fikirde misin benimle bilmiyorum ama… Neye bağlarsın bu durumu?
‘Bir Nedene Sunuldum’da biraz daha belki, ama her kitabımda vardır. Çünkü cinsellik hayatın tam merkezinde yer alır. Dolayısıyla her şeyin içine işlemiştir, öyküler de bundan kaçamaz. Her kitabımda vardır dedim ama yüzlerce şey yanında vardır. Cinsellik sadece doğası gereği diğerlerinin yanında daha çok dikkat çekiyor. Hepsi bu.
Edebiyatımızda eşcinsel aşka hikâyelerinde senin kadar yer veren biri yoktur sanırım. Aşkın bedensel ya da bedenle alakalı olmadığını, kalple alakalı olduğunun altını da ısrarla çiziyor gibisin.
Bilmiyorum, olabilir. Benim gözümde birbirini seven, sevişen, sinir eden, zaman zaman öbürünün ölmesini dileyen, sonra hemen pişman olan sevgililer onlar. İki erkek, iki kadın, bir erkek bir kadın fark etmez. Cinsiyetleri ne olursa olsun, kendileri olmaya çalışıyorlar. Bu öğütücü sistemde kendileri olmaya ve devam etmeye çalışıyorlar. Kendisi olamayanların ülkesinde arayan, sorgulayan, hoşnutsuz, cinsellikten ve kendinden korkmayan kahramanlarım var benim.
Hikâyelerin esas son cümlenden, son noktandan sonra başlıyormuş gibi geliyor bana. Bir ipin ucundan çekiyorsun da belli belirsiz sanki, gerisini bize bırakıyorsun. Bizim kavrayışımıza, düş gücümüze ya da empatimize iş düşürmek ister gibi misin?
Aslında benim için bitiyor orada öykü, ama okurlar için devam etsin istiyorum sanırım. Bunu şöyle açıklıyorum ben: Okuruna güvenmeyen yazarları okumayı sevmiyorum. Belki de bu yüzden okurların zekâsına, sağduyusuna güveniyorum. Öykülerimin bitmiyor gibi gelebilir kimilerine, çünkü dünyadaki hiçbir öykü bitmez aslında. Onu düşünen, taşıyan, ucundan tutup çekiştiren son insan kalana kadar devam eder. O sonların biraz uçucu, muğlak, devinimini sürdürmeye meyyal olmaları bunlarla ilgili biraz. Okurun elinden tutarak, gidebildiği yere kadar gitsin, onlarda büyüyerek devam etsin için.
Son bölüm bir Murathan Mungan alıntısıyla açılıyor. “Yıllar geçti. Bilirsiniz, yıllar hep geçer.” Senin için, yazar olarak nasıl geçti yıllar peki?
Bilmem ki yazar olmayı nereden başlatmalı. İlk öykümün basıldığı zamanda mı yoksa ilk kitaptan mı? Ya da ilk uydurduğum hikâyeden mi? Yoksa ilk söylediğim yalandan mı? Belki de ilk büyük kırılma anından? Bu soru biraz hayatını anlat demek gibi ve sen de biliyorsun ki, “kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor…”