ABD'li yazar Elliot Ackerman ilginç, yetenekli, genç bir romancı. Afgan Savaşı'nda Amerikan ordusunda savaşmış. Sonra gazeteciliğe ve nihayet romancılığa yönelmiş. İstanbul'da ikamet ediyor, şimdi ise Suriye'ye dair bir roman hazırlığında. Amerika'da övgüyle karşılanan ilk romanı Bedel ise geçen günlerde April Yayıncılık tarafından Türkçede yayımlandı. Kitap Ackerman'ın hayatında önemli rol oynayan Afgan savaşını anlatıyor. Hem de bir Afgan'ın gözünden. Yazarla savaş, askerlik, empati ve iktidar kavramları üzerine konuştuk.
İnsanların yazdıklarınız kadar, belki yazdıklarınızdan çok, kimliğinizle ilgilendiklerini görüyoruz. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
İnsanların benim geçmişimle ya da kimliğimle ilgilenmeleri beni rahatsız etmez. Genelde okuduğumuz hikayelerde aslında yazarı okumuyormuş gibi davranırız, ama elbette okuduğumuz kişi yazarın bizzat kendisidir.
Peki edebiyatınızı anlarken kimliğinizi anlamaya çalışmanın faydalı olacağını düşünüyor musunuz?
Benim kurmaca, kurmaca dışı, anı vs. gibi net yapılan ayrımlarla hep bir sorunum olmuştur. Yapay bulurum bunu. Okuduğumuz romanlar hiç mi otobiyografik değillerdir yani? Kurmaca dışı yazan harikulade kaç yazar gerçekleri kurgulayıp sunarken roman sanatının yöntemlerini kullanır. Benim çekici bulduğum şey iyi yazıdır, sınıflandırmaları umursamam. Bence metnin yazarın gerçek yaşamıyla nasıl bir ilgisi olduğunun bir önemi yok. İyi metin iyi metindir. Ama elbette yazarın yaşamı her zaman bir ölçüde metni anlamlandırmakta yardımcı olacaktır.
Afganistan'da Amerikan ordusu için çalıştınız ve daha sonra savaşı bir Afgan'ın gözünden kaleme aldınız. Bu cesur bir hareket, özellikle de kültürün iktidari ilişkileri göz önüne alındığında… "Bir Amerikalı asker olarak bir Afgan'ı anlamana imkan yok, bir Amerikalı olarak bir Afgan'ın sesi olmaya çalışamazsın" gibi bir eleştirinin geleceği açık, bundan tedirgin oldunuz mu?
Ben de böyle bir iktidari pozisyonun bana yapıştırılmaya çalışılacağının farkındayım ama ben bu tip suçlamaların hiçbir entelektüel temeli olduğunu düşünmüyorum. Bütün yazarların, sanatçıların görevi duygusal aktarımdır, kendi hissettiklerini başkalarına hissettirmektir. Ben yazarken bir şeyler hissederim. Eğer iyi yazıyorsam okur da benim hissettiklerimin bir kısmını hissedecektir. Bir müzeye gidip bir şeyler hissettiğinizde ya da bir filmin hikayesi size bir şeyler hissettirdiğinde, bu sanatçılar başarılı olmuş demektir. Buna duygusal aktarım denir ve benim gözümde sanatın bütün amacı budur. Kimse bir şeyin nasıl yazılacağını ve yazılamayacağını söyleyememeli. Ayrıca ben Bedel'i neden yazdığımdan, beni motive eden etkenlerden çok emin olarak yazdım. Ben savaşı Afgan bakışı ile anlattım, bu pek irdelenen bir bakış değildi, özellikle de ABD'de. Yıllarca Afgan askerlerine danışmanlık yaptım ve bu insanlar benim yakın dostlarım oldular. Yazdığım sayfalarda birlikte yaşadığım insanların sesini aktarmak istedim. Ve okurun da Afganistan'da bu sesleri duyarken, bu hikayeleri dinlerken hissettiklerimi hissetmesini istedim.
Savaştan ayrılıp yazar olmaya nasıl karar verdiniz?
Benim annem bir romancı, hep kitapların ve hikayelerin içinde büyüdüm. Her zaman bir şekilde yazacağımı hissettim ama bunun ne şekilde ve ne zaman olacağını bilemiyordum. Üniversitede tarih ve edebiyat okudum ve daha sonra deniz subayı oldum. Deniz Kuvvetleri'nde çalışmaya başladım 2003 yılında, yani Irak Savaşı'nın ilk yılında. Orduda olduğum dönem yoğun bir dönemdi. Sekiz yıl boyunca Irak ve Afganistan'da savaştım, 31 yaşıma gelene kadar. Sonra hayatımda yapmak istediğim başka şeyler de olduğuna karar verdim, yazmak istediğimi fark ettim ve ordudan ayrıldım.
Askerlikle yazarlık çok farklı deneyimler olsa gerek.
Elbette öyle. Ama bir gerçek var, Amerika'da orduda çalışan insanların çoğu asker arketipine uymaz. En yakın arkadaşlarımdan biri komando ve son 15 yılda pek çok savaşta ABD için savaştı. Yaratıcı yazarlık okumuş ve hayatımda gördüğüm en çok kitap okuyan insan. Okumadığı tek bir roman bile yok. İnsanlar karmaşıktır. Gerçekten işe yarayan birkaç arketip vardır ya da yoktur.
Yazacağınız kitabın bizzat içinde bulunduğunuz bir olayı anlatmasına nasıl karar verdiniz? Özellikle romanın tek Amerikalı karakteri Mr. Jack'e de bakacak olursak, bu romanın sizin anılarınızla şekillendiğini söylemek doğru olur mu?
Bu kesinlikle bir anı kitabı değil. Bunlar benim deneyimlerim değil ama kitap kesinlikle benim deneyimlerimle şekillendi. Mr. Jack kitaptaki tek ABD'li karakter, bu yüzden Mr. Jack'i okurken okurun aklına neden benim gelebileceğimi anlıyorum. Ama Mr. Jack ben değilim. O gerçek hayatımdan tanıdık bir karakter.
Romanın İngilizce'deki orijinal adı Green on Blue (Mavinin Üstüne Yeşil) Niçin?
Bir Afgan askerinin Amerikalı danışmanı öldürdüğü iç saldırılara ithafen koydum bu ismi. Bu saldırıların çoğu haberlere konu olur. Ben bu saldırılardan birini yapısökümüne uğratmak ve bu tip saldırıların arkasındaki karmaşık motivasyonları göstermek istedim. Bir insanın böylesi bir cinayetin en mantıklı yol olacağı bir hayata nasıl sürüklendiğini göstermek istedim. Uğruna savaştığın dava seni yok etmekle tehdit ediyorsa neler olur? Bu Aziz'in, kitabın başkahramanının hikayesi.
Suriye'ye dair bir roman yazıyorsunuz. Bir yazar olarak savaşla ilgilenmenizin, savaş konusunun sizi cezbetmesinin nedeni nedir?
Gelecek romanım Dark at the Crossing, ABD'de ocak ayında yayımlanacak ve çoğunlukla Türkiye-Suriye sınırında geçiyor. Gaziantep'te. Ama savaşla ilgili değil. Başarısız olmuş bir devrimin başarısız bir evlilik üzerinden anlatıldığı bir kitap diyebilirim. Beni bir yazar olarak savaş değil, ama çatışma ilgilendiriyor. William Faulkner şöyle demişti: "İnsan kalbinin kendiyle olan çatışması, yazmaya değer tek şeydir." Bu çatışmalar savaşın bir parçasıdır elbette, ama başka yerlerde de bulunur.
Kitapta empati kavramını çokça işliyorsunuz. Ancak sizin Afgan karakterleriniz için savaş hayatın yegane gerçekliği olmuş durumda. Savaşın olmadığı topraklar sadece bir tahayyülden ibaret, çünkü çok uzun süredir hiç yaşanmamış. Bir yazar olarak hiç içinde bulunamayacağınız bir durumdaki insan grubunu (özellikle de onlarla çatışmışsanız) anlatmanın, onlarla empati kurmanın zorlukları neler?
İnsanlığın kendini benzerlikleri değil de farklılıkları üzerinden tanımlamaya çalışmasını çok talihsiz buluyorum. Bu kitap Afganlarla ilgili değil aslında. Kardeşlerle ilgili. Savaşla ilgili. Aşkla ilgili ve sevdiğimiz insanların hayatını güvenceye almak için neler yapabileceğimizle ilgili. Ben bir Afgan değilim ama ben bir ağabeyim. Savaşa katıldım. Sevdiğim insanlar var ve onlar için neleri kurban edebileceğimi biliyorum. Bunlar hakkında yazabilirim. En azından yüzeyde bu kadar farklı görünen biriyle aslında ne kadar benzeşebileceğimi görebiliyorsam bu bir uzlaşmadır, barışa doğru atılan bir adımdır. Bu kadar savaşın sonrasında artık barışa ve huzura atılan adımlarla ilgileniyorum.
Türkiye'de yaşıyorsunuz. Burada kutuplaşma ve düşmanlaşma, empatiden çok daha sık rastlanan durumlar... Bir insanı diğeriyle empati kurma noktasına getiren nedir ve aynı insanı empati yapmaktan ne uzak tutar?
Ne yazık ki hem Türkiye'de hem de ABD'de bölünmeye teşvik ediliyoruz. Politik liderlerimiz bu tip bölünmeleri çoğunlukla destekliyor. Politikayı "gücü ele geçirme ve yönetme" olarak tanımlayabiliriz. Bunu yapmanın iki yolu var. Biri insanları birleştirerek. Bunu yapmak çok zor. Son dönemlerden ancak bir iki örnek gelebiliyor aklıma. İkincisi ise insanları bölerek… Bu çok daha kolay. Bir grup insanı bir diğer grup insana karşı olması için teşvik ediyorsunuz. Korkuyu kullanarak yapıyorsunuz bunu. İnsanlar empati yapmaktan ne alıkoyar? Korku.
Kitapta Afgan komandolar, Taliban militanları ve ABD'li yetkililer kendi davaları tarafından yutulmuş haldeler adeta. Bir insanın uğruna savaştığı dava o insan için ne demektir? Zamanla neye döner? Sanki zaman içinde insan ile davayı ayıran çizgi silikleşiyor ve kimin kime sahip olduğu karmaşık bir mesele haline geliyor.
ABD'nin 9 Eylül savaşı 15 yıldır devam ediyor. Ben bu savaşın hiçbir taraf üstün gelemediği için sürdüğünü düşünmüyorum. Bu savaş devam ediyor çünkü kendi kendini besler hale gelmiş durumda. İnsanlar savaşlar üzerinden tanımlanır hale gelmişler ve eğer savaşın devam etmesi birinin çıkarlarını besliyorsa bu savaşın ebediyete dek devam edeceği anlamına geliyor. Bir insanın kendini bir savaşın içinde bulması işten bile değil, üstelik bu savaşlar akla gelecek her sebeple yapılabilir, bir sebep dışında: savaşı bitirmek.