Mithat Cemal Kuntay’ın hayatının her yönüne hâkim olduğu şair dostu Mehmet Âkif Ersoy’u çocukluğundan başlayıp, İstanbul’da nasıl gelişip olgunlaştığına kadar anlattığı eseri Mehmet Âkif Ersoy - Hayatı-Seciyesi-Sanatı üzerine bir yazı.
Mithat Cemal Kuntay’ın yakın arkadaşı Mehmet Âkif’i anlattığı kitabı bize İstiklal şairimizin iç dünyasıyla ilgili zengin bir anılar toplamı sunuyor. Hayatı-Seciyesi-Sanatı alt başlığını taşıyan kitap, Âkif’le birlikte dönemini de anlamamızı sağlayan anekdotlarla dolu. Üçüncü kişilerin tanıklıklarıyla da desteklenen bu şahsiyet panoramasında Kuntay’ı okumak hem zevkli hem de verimli. Zevkli, çünkü yazarın kullandığı yer yer nükteli, yer yer de şiirsel üslup kitabı oldukça akıcı kılıyor. Verimli, çünkü bu biyografi Türkiye düşünce tarihine ilgi duyanlara da altı çizilecek pek çok satır sunuyor.
Onlarınki, özünde sanatın ve şiirin olduğu bir arkadaşlık. Uzun gece yürüyüşlerinde yeni manzumelerin okunduğu, vapur yolculuklarında edebi eserlerin tahlil edildiği türden bir dostluk. Öyle anlıyorum ki, edebiyat bu iki kişinin hem çabucak kaynaşmasını sağlamış hem de bu dostluğu besleyen ateşli tartışmalara yakıt olmuş. Şiir, onların hayatını öylesine çevrelemiş, öylesine doldurmuş ki bir zaman sonra eşyaya ve tabiata şiirin gözünden bakar olmuşlar.
Sanat Vatandaşlığı
Kuntay’ın şairle geçirdiği ortak zamanların bir verimi olan kitabında Mehmet Âkif; çok yönlü, farklı beslenmelere açık, dünyayı bilen ve merak eden bir sanat adamı olarak çıkıyor karşımıza. İki arkadaşın Şerif Muhiddin’in Çamlıca’daki köşkünü ziyaretlerinin anlatıldığı sayfalar, daha çok Üç İstanbul romanıyla bilinen Mithat Cemal Kuntay’ın şair yönüne de işaret ediyor.
“Köşkte Akif‘in ruhunu bir el gibi okşayan güzel bir sessizlik vardı. Burada muhavere bile sanki kımıldayan bir sükut parçasıydı. Bu sessizliği bir mucize dağıtıyordu: Şerif Muhiddin’in udu.
… Sonra bu köşkün necip bir kimsesizliği vardı: Bu bina ev sahibinin miydi, misafirlerin mi belli değildi. Akif‘in azade ruhu burada misafirlikten rahatsız olmuyordu.”
Akşamları misafirlere keman çalınan, uzun ud taksimleri yapılan ve Byron’dan şiirler okunan bu köşk aslında sükutuna çok düşkün olan Âkif için bir mabet haline gelir. Kendisi bir zaman önce burada yapılan Godowski dinletilerini kaçırdığı için hayıflanmaktadır. Bunun dışında, iki arkadaş uzun yıllardır İstanbul’da yaşayan Macar virtüöz Charles Berger’i dinlemek için her cumartesi köşke giderler. Burada Âkif’in, Berger’den Bach çalmasını talep etmesi bir tür duyuş birliğine işaret eder. Berger’le Âkif arasında oluşan bu bağı Mithat Cemal, “bir sanat vatandaşlığı içinde birbirlerini sevdiler” diye anlatır.
Yazı Masası
Mehmet Âkif, Mısır’dayken Mithat Cemal bir ara onun sağlığından endişe duyar ve mektuplarında birkaç örtük soruyla arkadaşını yoklar. Gelen yanıt Mithat Cemal’in yüreğine su serpecektir: Şimdi Âkif’in yeni bir yazı masası vardır! Böyledir, bazen sıradan bir nesne hayata tutunuşumuzun sebebi ve göstergesi olur. Şöyle yazıyor Kuntay:
“Aldığım cevap ummadığım kadar uzundu: “Ben onun bu saadetine inanmayacakmışım; şimdi onun yazı masası varmış; bundan sonra da şaheserler yazamazsa, bilmeliymişim ki kabahat kimsenin değil, kendisininmiş!”
O, hayatının her devresinde bu yazı masasını bulamamıştı. Halbuki masasız bir şey yazamazdı ve bir masası olduğuna şimdi, mektubunda onun için seviniyordu.
Ben de sevindim, çünkü bir hasta bu masaya sevinemezdi. Hayalimde yine eskisi gibi yaşamaya başladı.
Üçüncü Kişiler Galerisi
Kitapta pek çok sima var. Âkif’in bu isimlere olan yakınlığı veya uzaklığı şairin hissiyatını, mizacını ve yaşama bakışını anlamamıza yardımcı oluyor. Dönemin ünlü gazetecisi Süleyman Nazif, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem, kendisinden ney dersleri aldığı Neyzen Tevfik, akşamları çayhanede buluştuklarında Âkif’e Fransızca gazeteler okuyan Babanzade Ahmet Naim, Tarih muallimi Ali Şevki Hoca (Safahat’taki Köse İmam’a ilham veren kişiymiş kendisi), bir tanıdıkları aracılığı ile Çamlıca’daki evinde ziyaret ettikleri şair-i azam Abdülhak Hamid… Kitabın içeriğini zenginleştiren birçok anıyla sayfalardaki yerlerini alıyorlar.
Mektep Arkadaşının Çocukları
Sükut, kitap boyunca birkaç kez ifade edildiği için, Âkif’in başat kişilik özelliği gibi duruyor. Âkif’te kendinden bahsetmek hasleti pek yoktur. Hele kendini övmek, şahsiyetini vakaların önüne geçirmeye çalışmak gibi şeyler Mehmet Âkif’e iyice uzaktır. İşte bu yüzdendir ki, ta öğrencilik yıllarında verdiği bir sözün gereğini yerine getirip, vefat eden sınıf arkadaşı Hasan Efendi’nin çocuklarını yanına aldığı zaman bundan yakın dostu Mithat Cemal’in bile haberi olmaz:
“…Bir Cuma, sofadaki çocuklardan birinin yanağını, hıncımdan çimdikler gibi sıkarak Akif’e sordum.
-Kim bu yavrular?
Akif cevap vermedi.
Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif’e takılarak tebrik ettim.
Akif’in yüzü değişti:
-Misafir çocukları değil, benim çocuklarım, dedi.
Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?
-Hasan Efendi öldü de… dedi.
Ve çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendi’nin çocukları.
Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hala unutmayan bir çocuk.”
Vazife Hissini İhsas
“Âkif’in Müslümanlığı” başlıklı bölümde yazılanlar aslında uzun ve derin bir tartışmanın kapısını açıyor. Kısmen Renan’ın görüşlerinin de etkisi altında olduğu anlaşılan Kuntay burada Acem Müslümanlığı ve Arap Müslümanlığı arasında bir ayrım yapıyor ve kitabında, çok derinden olmasa da bu ayrımı detaylandırıyor. Kuntay’ın bu ikiliği, ülkemizde zaman zaman alevlenen Anadolu / Türk Müslümanlığı tartışmasını da hatırlatıyor.
Şüphesiz, söz konusu sınıflandırmanın tahlili bu yazının sınırını ve amacını aşıyor. Şunu söylemekle yetinelim: Mithat Cemal, yakın dostunu Arap Müslümanlığı dairesi içinde değerlendirmeye eğilimli. Bu, yazara göre, içinde efsanenin, mitin olmadığı (ya da daha az olduğu mu demeli?) bir Müslümanlıktır. His mistisizminden çok fikir mistisizmine dayanır.
“…Akif’in Müslümanlığı Arap tarihçilerin bir şey ilave etmedikleri Müslümanlıktır; Acem tarihçilerinin efsaneye sardıkları Müslümanlığı Akif sevmedi. Akif’e göre Muhammed “Ben de herkes gibiyim!” diyen Muhammed’dir.
… Acemler indo européenne bir millet olmanın hukukunu kaybetmeyerek, Müslümanlığın içinde bir felsefe, bir epopé ve bir mitoloji kurdular. Şiilerin anane kitabı olan Hayatü’l Kulub’da Peygamberin doğuşu Buda’nın doğduğu zamanki harikalara benzeyen masallarla yazılır. Mesela Peygamber doğduğu gece cennette inciden 70.000 ve yakuttan yine 70.000 saray kurulur. Bu fena edebiyatla ne Arap Müslümanlığının ne de Akif ‘in alakası yoktur. Akif, Peygamberin nasıl doğduğunu gayet sade yazar.”
Bu bağlamda, şairin o dönemin İslam dünyası için getirdiği (ve tabii bugün için de geçerli olan) sert eleştirilerdeki gerçekçi tavrın buradan kaynaklandığı düşünülebilir. Zira Âkif’in, zamanında yaşanan Müslümanlığa ya da dinin yaşanış biçimine oldukça tepkili olduğunu biliyoruz. Gerçekten de bugün iyi bilinen, sıklıkla atıf yapılan pek çok şiiri, dinin yanlış yorumlanması, yanlış okunması karşısındaki duyduğu öfkeyi yansıtır. Bu öfkenin en veciz ifadelerinden biri olan “Sonunda bir de tevekkül sıkıştırıp araya / Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya” şeklindeki dizeler bugün için de bize pek çok şey anlatır.
Mehmet Âkif çalışmayı, emeği yüceltir. Şark toplumlarının üstüne yapışmış kalmış olan atalet onun düşmanıdır. Bu yüzden başka ülkelerin fenninden, tekniğinden önce onların çalışkanlığına hayrandır. Mesela, Japonları “Müslüman denmek için tek eksiği ancak tevhid” olan bir millet olarak görür. Bir mektubunda “Ah biz Şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşfolunsa! Nereye gittimse, insanlarda vazife duygusu görmedim,” diye yazacaktır.
O aşıyı hala arıyoruz!
İstanbul görsellerinin kaynağı: https://www.wdl.org/es/item/8827/