Kim Young-ha’nın dokuz yıllık bir aradan sonra yayımladığı, hayatımızın şimdiden bir parçası olan, öngörülemez büyüme hızına sahip yapay zekâya karşı kalıplaşmış düşünceleri sorgulamaya yönelttiği kitabı Veda üzerine bir yazı.
Çağdaş Güney Kore edebiyatının önemli temsilcilerinden Kim Young-ha, gerek metinleri gerekse metinleri aracılığıyla tartışmaya açtığı meselelerle ön plana çıkan bir yazar. Daha önce Bir Katilin Güncesi ve Kendimi Yıkmaya Hakkım Var gibi kitapları Türkçeye çevrilen yazarın Veda başlıklı romanı ise geçtiğimiz günlerde Betül Tınkılıç çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlandı.
Metinlerinde çoğunlukla modern yaşamın karmaşasını ve bu karmaşa karşısında insanların nasıl bir tavır takındığı meselesi üzerinde duran Kim Young-ha, insanoğlunun ne derece karmaşık bir zihne sahip olduğu düşüncesi üzerinde durur. İnsanın yaşamı boyunca sık sık karşı karşıya geldiği düaliteler, onun kaderini ve geleceğini belirleyen en önemli unsurdur. Öte taraftan bu düaliteler her zaman kişinin kendisiyle ilgili değildir. Kimi zaman kişinin yakın çevresi, kimi zamansa doğrudan toplum meydana getirdiği karmaşalarla kişiyi hayal ettiğinin, düşündüğünün, tahayyül ettiğinin çok daha ötesine taşır. Kim Young-ha’nın Veda’sı da bir noktada bu düalite ve paradokslardan oluşan bir roman olarak değerlendirilebilir.
Veda, romanın ana kahramanı Cheol’ün başından geçenlere odaklanan, onun yaşamını, yaşamının karmaşasını ve bu karmaşanın içerisinde ne denli çok sorunu barındırabileceğini ortaya koyan bir kitap olarak değerlendirilebilir. Cheol, bir yapay zekâ geliştirme kampüsünde robot ve hümanoidler geliştirmeye çalışan Profesör Choi’nin oğludur. Babası tarafından okula gönderilmeyen ve evde bizzat Profesör Choi onun tarafından yetiştirilen Cheol, dış dünya ile herhangi bir temas noktasına sahip değildir. Dış dünya ile Choi arasındaki bu iletişimsizlik/etkileşimsizlik zamanla onun yaşamını derinden sarsmakla beraber romanın ana örgüsünde de özel bir yere sahiptir.
Profesör Choi’nin evinde ikisi robot biri gerçek üç kediyle birlikte “güvenilir bir liman”da yaşayan Cheol, her şeyden uzak bir yaşam sürmektedir. Dış dünya ile sürekli temas hâlinde olan Profesör Choi, dünyanın ne derece kaotik bir süreçten geçtiğine tanık olmakla beraber oğlunu bu sürecin dışında tutmaktadır. Bir tür distopyanın parçası olarak tanımlanabilecek/görülebilecek bu dünya, yapay zekâ ile insanların çarpışmasından kaynaklanan bir kaos ile şekillenmektedir. Hiçbir yerde salt huzur, mutluluk ve dinginlikten söz edilemez. Okullar, hastaneler ve tüm kamusal alanlar büyük bir çatışmanın ortasındadır. Bu denli büyük bir kaos söz konusuyken oğlu ile doğrudan kendisi ilgilenmek isteyen Profesör Choi için her şey ondan ibarettir. Bu nedenle toplum ile bağları kesilmiş bir şekilde, dış dünya ile herhangi bir şekilde temas kurması engellenilerek yetiştirilen Cheol, aslında “hayata yabancı” bir karakter olarak ön plana çıkar. Roman da tam bu noktada, Cheol’ün yabancısı olduğu bu dünya ile temas kurduğu ânda gelişmeye başlar. Bütün bir romanın çıkış noktası Cheol’ün dünya ile tanışması üzerine kuruludur.
Kim Young-ha, romanın ana izleğinde öncelikle Profesör Choi ve Cheol üzerinden kişi ile toplum/dünya arasındaki ilişkiyi tartışmaya açar. Bu noktada ön plana çıkan temel düşünce, bir parçası olduğu toplum ve dünyaya yabancı bir şekilde büyütülen/yetiştirilen bir kişinin bu yaşama adapte olmasındaki zorluklarla ilgilidir. Nihayetinde insan, adaptasyon yeteneği güçlü bir varlıktır ve Cheol de hızla yabancısı olduğu bu dünyaya adapte olur. Profesör Choi’nin onu dış dünyadan alıkoymasına karşın o, karşılaştığı türlü zorlukla beraber sürekli olarak kendisini geliştirir. Öte taraftan onun karşılaştığı bu dünya salt insanlar dünyası değildir, robot ve hümanoidler de bu yeni yaşam formunun bir parçasıdır ve dünya giderek daha büyük bir kaosun eşiğine sürüklenmektedir. Roman boyunca Cheol’ün karşılaştığı tüm zorluklar, onun ne denli güçlü bir karakter olduğunu ortaya koyarken kişinin ne derece toplumdan uzak durmaya çalışırsa çalışsın yolunun bir şekilde onunla kesişeceğini de gün yüzüne çıkarır.
Cheol, oldukça distopik bir dünyanın içerisindedir. İnsanoğlunun tüm zamanını/yaşamını yapay zekâ projelerine vakfetmesi, bir süre sonra işleri çığırından çıkarmakla beraber yeni bir yaşam formunun da habercisidir. Robotlar ve hümanoidler bu yeni yaşamın bir parçasıdır ve artık her şey insanoğlunun kontrolünde olmaktan çıkmıştır. Böyle bir durumda şüphesiz kişinin yaşam pratikleri de temelinden sarsılır. Nitekim Cheol’ün yüzleştiği temel meselelerden/sorunsallardan birisi de budur. İnsanoğlunun “benmerkezci” dünya algısı Veda’da derinden sarsılmış, bu distopik dünyada insan temel unsur olmaktan çıkarılmıştır. Artık ortada birçok farklı güç vardır ve her bir güç, kendi alanında derin ve etki alanına/ağına sahiptir. Kim Young-ha’nın diğer romanlarından farklı bir şekilde geliştirdiği bu sert distopik ağ, Veda’yı onun edebiyatı içerisinde bu nedenle daha özgün bir yere koyar. Hemen her romanında o metinde dile getirdiği hikâyeye paralel bir şekilde güçlü bir atmosfer geliştiren Young-ha, bu başarısını Veda’da da bu şekilde geliştirmiş olur.
Bir “ben anlatısı” olarak geliştirilen roman, Cheol’ün dilinden okurla buluşur. Bu noktada Veda’yı özel ve anlamlı kılan temel başlıklardan birisi, aslında onun da içerisinde bulunduğu kampı, şehri, dünyayı okurla beraber keşfetmesidir. Bu yapı romanın temel meseleleriyle özel bir örtüşme gerçekleştirir. Cheol, babası tarafından evde özel olarak yetiştirildiğinden ve toplum/dünya ile bağlantısı olmadığından her şeye yabancı bir karakterdir. Tıpkı okur gibi o da her şeyi yeni baştan, sıfırdan, hiçlikten öğrenmeye başlar. Dolayısıyla Cheol ile okur, Veda’da bir eşitliğin içerisindedir. Ben anlatıcısı ile okur, her şeyi beraber keşfederler ve bu keşfediş sürecinde birbirlerinin hikâyesini beslerler. Yazarın bu noktada bilinçli bir şekilde ben dilini tercih etmesi de anlatıyı zengin kılan bir özellik olarak değerlendirilebilir. Bu noktada daha romanın girişi, anlatıcı kahraman ile okur arasında kurduğu bağ ve onun yaşamının temel dinamiklerini açıkça göstermesi bakımından çarpıcıdır:
“Gürgen ormanında uzanmış, zifirî karanlık boşluğu izliyorum. Kısa bir yaşamım, iki bedenim oldu. İkinci bedenim şu anda ölümle burun buruna. Belki bilincim de onunla birlikte yok olur. Başıma gelen her şey havai fişek patlaması gibi zihnimde canlanıyor. Bir zamanlar, hatırlamak günlük yaşantımın bir parçasıydı. Sadece saf bilinçten oluştuğum zamanlar, benimle bağlantısı olan kayıtları arardım. Ve anıları birbirine ekleyerek geçmişe geri dönerdim. Hikâye her seferinde, bülbülü ölü bulduğum o sabah, her şeyin yerinden oynadığı andan başlardı.”
Karanlığa, bedene, ölüme, hatırlama dürtüsüne, geçmişe ve geleceğe dair yapılan tüm bu atıflar, daha romana giriş yapılırken okuru ne derece katmanlı bir hikâyenin beklediğini açıkça ortaya koyar. Dile getirilecek hikâyede birçok farklı meseleye değinilecek, okur romanı meydana getiren her bir bölümde bambaşka bir yapı ile karşılaşacaktır.
Cheol’ün toplama kampında yaşadıkları, geliştirdiği arkadaşlıklar, tanıştığı toplum, artık kullanılmayan eski robot ve hümanoidlerle diyalogu onun peşini yaşamı boyunca bırakmayacaktır. Bir yandan okura sürekli bir bilimkurgunun parçası olduğunu hatırlatan, öte yandan ona her şeyin ne derece evrensel bir şekilde ele alınabileceğini gösteren roman, Cheol’un toplama kampından kaçmasıyla hızla farklı bir yönde evrilir. Nihayetinde metnin vardığı noktada her şeyin insanoğlunun kişisel dünyasından robotik bir evrene doğru evrilmesi, yazarın bir tür gelecek tahayyülü olarak da düşünülebilir.
Romanın sonunda yer alan “Veda Ederken” başlıklı bölüm, Kim Young-ha’nın Veda’yı hangi şartlar altında yazdığını dile getirmesi ve metnin onun kişisel yaşantısında nasıl bir değere sahip olduğunu ortaya koyması bakımından ayrıca önemli. Bir Katilin Güncesi’nden dokuz yıl sonra Veda ile yeniden okurla buluşan Kim Young-ha, bu süreçte kendi yaşamının da bütün dünya ile beraber değiştiğini açıkça ifade eder. Bu süreçte yaptıkları, başından geçenler ve pandemi, onu da derinden etkiler. Öyle ki roman, bu uzun karanlık sürecin bir parçası olarak da değerlendirilebilir.
Kim Young-ha’nın Betül Tınkılıç tarafından Türkçeye çevrilen yeni romanı Veda, distopik bir dünya tahayyülüyle hareket eden, insanoğlunun evrende bir başına olmadığı bir eser. Kendi içine kapalı bir dünyadan hareketle hızla dış yaşamı keşfeden Cheol’ün başından geçenleri merkezine alan roman, insanoğlunun tüm zorluklara rağmen adaptasyon ve mücadele yetisine ne denli alan açması gerektiğini de ortaya koymasıyla dikkat çekiyor.