Bahar burada hep çok erkenci. Komşu sitenin neredeyse küçük bir koruluğa dönüşen bahçesinden geçerken her sabah selamlaşıyoruz o taze badem’le. Gözlerimle okşuyorum sabırsız filizlerini, ince kılcal dallarını, utangaçlıkla sevgi arsızlığı arasında gidip gelen çiçeklerini. En çok çiçeklerini merhametle okşuyor gözlerim. Biliyorum bu düğün bayram böyle kalmayacak, çok değil iki gün sonra zaman acı yapacak onu da. Kaç bahar göreceğiz böyle birlikte diyorum, kaç karşılaşma… şimdi seni kıvrandıran, küçük gövdeni tüm hücreleriyle sarsan acı, seni yıllarla neye dönüştürecek? Dönüştürebilecek mi? Say bademleri,/say acı olanı, uyanık tutanı say/beni de onlara kat...
1
İklim insanı da kendine uyduruyor ister istemez. Cemrelerle bir, yakası bağrı açıldıkça dağın, ovanın denizin; yeraltı suları zorladıkça toprağı, taşı insan da gömleğinden çıkmak istiyor. Nisan yağmurlarını ağzında biriktirmek isteyen şifacı yılan gibi derisinden kurtulan, soluğu bakir köşelerde alıyor. Doğumdan başka kutlanacak, hayretli bir merak uyandıracak ne kaldı ki insan denen vandalın dünya üzerinde yapıp ettiklerinden? Denize yüzünü çevirmişken arabamız, biz de o hayreti kucaklamak üzere yola koyulmuşken, ah o bademler acıyla kendini yapan, yenileyen bademler yüzünden yol alamıyoruz. Tepelerden eteklere, yol kıyılarına sanki iyilik ve güzelliği hatırlatmak için kondurulmuş çoğu yıllanmış ağaç, vakur bir sessizliği, gökten inmiş beyaz bir bulut gibi taşıyor. Yanlarına yaklaşırken, neşeli şakımalardan çok kusursuz bir sessizliği buyuruşları var duruşlarında. Sesle değil gözle gidiyor insan onlara. Saygıyla eğilmek gerek bu anıt ağaçların önünde diyorum, acıyı, aldanışı, buna rağmen hayatta kalışı ve hayat inadını bıkmadan taşıdıkları için. Yaşama sanatını diyorum insan bademlerden öğrenmeli. “ beni de acı yap, acı yap beni. /bademlerden say beni.”
Samuel Backett’in sözüdür ya: Dünyadasın, bunun tedavisi yok! Bunu iliğiyle kemiğiyle en çok hisseden şairlerden biri Celan’dır. Alman bir ustadır ölüm, gözleri mavi… ‘Ölüm Füg’ü, bu derin hissediş olmasa nasıl yazılırdı. Celan’ın yaşamöyküsü de bir füg’dür aslında; hatırlamak-unutmak gelgitinde kaçmak ve kovalamak karşılıklılığıyla örülmeye çalışılan. Hayata tutunmak için unutmak, bademler gibi aldanmak; hatırladıkça hatıraya dayanmak için yazarak acıyı uyutmak…ta ki karanlık su uyku olana kadar…
Baktığınız su size ışık vermezse artık, bu kötü. Suyun aşkı ışık çünkü. Aşk bittiğinde, ses yittiğinde, şarkı susar. Celan şarkısını uzun bir süre söylemeye çalıştı. Tıpkı soykırımın başka bir tanığı olan Benjamin gibi…
1 P. Celan, Bademlerden Say Beni, Adam Yay. 1993,Çev: Ahmet Necdet - Gertrude Durusoy
Frankfurt okulunun hemen her üyesine dair düşünsel dikkatim vardır da Benjamin’le kurduğum bağ düşünsel olmanın ötesinde. Frankfurt okulunun iyimser yüzü olarak bilinen birinin dünyaya veda ediş biçimi beni ona yaklaştıran. Tıpkı Celan’da olduğu gibi. Bu tanıklığın, hayatta kalmış olmanın travmasına artık dayanamayan ve tedavi yok, kesin hükmünü kendileri için en azından çoktan vermiş olan özneler, Huyssen’in Alacakaranlık Anıları’nda sözünü ettiği o koyu ve kalın karanlık bloğu incelten ışığı göremez olduklarında ya da ona inanmaktan vazgeçtiklerinde elvedayı seçerler. Şairin kendini karanlık suya bırakışının ya da diğerinin Fransa-İspanya sınırında hayatını sonlandırışının ne kadarını tesadüf diye adlandırabiliriz? ‘Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde/onu içiyoruz öğle sabah demeden hep onu geceleri/içiyor ha bire içiyoruz/ bir mezar kazıyoruz gökyüzüne dar gelmeyecek! 2
Auschwitz'ten sonra şiir yazmak barbarlıktır, sözünde Adorno neden şiirde durur, başka sanatlardan önce? O da bilir ki şiir bütün diğer sanatların üzerinde hayatı estetik bir hazza dönüştürmenin çok ötesinde tüm metafizik-fizik bağlamlarıyla hayatı ve insanı görkemli bir arılık ve yalınlıkla insana taşır. Bugün dile pelesenk olmuş, ezber edilmişliğinin acilen aşındırılması gereken vicdanı, adaleti ve hayatı arayışı karşılar çünkü şiir. Ona giderseniz ve onu bulursanız, onunla yürürseniz ilmek ilmek söktüğünüz hayat, çözdüğünüz insan acı ve kederden başka ne verebilir? Oradan doğar ama umut! Karanlığın ya da kuvvetli ışığın körlüğü… ikisi arasında iyi ki alacakaranlık var. Işığa alıştıran… Karanlığın yarıklarına dolan, ondan süzülen ilk ışıklar insana ilksel olanı hatırlatır. Onun sezgisel bilgisiyle yarıkları doldurmaya davet eder insanı. İşte bu davet acı badem çiçeklerinindir. Yarıklar bademlerle dolu... Gözlerinle duy beni!
Şairi değil de şiiri doğrudan mesele edinen Poetry (Shi) filmi, belki iki kahramanının Celan’la olan trajik yazgılarının benzerliği nedeniyle Celan okumalarım sırasında geldi aklıma. Hafızanın yüzer gezer dağınıklığında hiçbir şey tesadüf değil. O dağınıklık bize her zaman bir öykü anlatır. Başkasının öyküsü gibi dinlerken birden onun kendi öykümüz olduğunu fark ederiz. Epifani!
Son yıllarda dikkatleri başarısıyla üzerine çeken Kore sinemasından Chang-dong Lee’nin filmi Poetry. Filmin senaryosu da ona ait.
2 P. Celan, Bademlerden Say Beni, Adam Yay. 1993,Çev: Ahmet Necdet - Gertrude Durusoy
60’larında ihtiyarlığın eşiğinden atlayacağı yıllara yavaş yavaş kendini hazırlayan Mija ana karakteri filmin. Rastlantı sonucu Alzheimer’ın başlangıç evresinde olduğunu öğrenir. Uzaktaki kızıyla yalnızca bir telefon bağı olan kadın torunuyla yaşamaktadır. Unutma hastalığıyla birlikte kelimelere olan aşkı da depreşir Mija’nın. Bir şiir kursuna katılmaya karar veriri. Ekonomik açıdan sıkıntılı hayatlarını felçli bir adama bakarak rahatlatmaya çalışmaktadır bir yandan. Film böyle akarken kadın torunu ve grup arkadaşlarının okullarından bir kızla ilgili tecavüz olayına karıştıklarını ve kızın intihar ettiğini de öğrenir. Olaylar gelişirken torunu ve diğer çocukların aileleri para ile intiharı ört bas etmeye çalışırlar. Hikâyesi bundan ibaret olan film en iyi senaryo ödülüyle onurlandırılmış.Film finalinde neden bu ödül, bunu çok iyi anlatıyor. Uzakdoğu mekân ve yerleştirme sanatlarının neredeyse tüm ipuçlarıyla kurulmuş bir film Şiir. Her bir plan filmin büyük cümlesine ve meselesine bizi yaklaştıran bir şifre görüntü olarak kurgulanmış. Ama en önemlisi filmdeki tüm dramatik çatışmaların her birinin gelip şiire yani esasa bağlanması. Unutma hastalığı ile Platondan bu yana hafıza sanatı olarak adlandırılan şiirin diyalektik ilişkisi film boyunca anlamı bir koza gibi örüyor. Şiir kursuna başladıktan sonra Mija hayata başka türlü bakmaya başlıyor. Görmekten daha çok, onu dinliyor. Gizlerin, bakmaların, görmelerin kalbindekileri tutuşturması için de ilham perisini bekliyor. Yazamadığı için acı çekiyor, hem de çok acı çekiyor. Kursun eğitmeni bir gün yazamıyoruz yakınmalarına şu yanıtı veriyor. Şiir yazmak kolay, çok kolay bir iş. Zor olan şiir yazacak bir kalbe sahip olmak diyor. Mija film boyunca aslında böyle bir kalbe sahip olduğunu öğreniyor. Filmin macerası bir kalbe kalp olduğunu, çok değerli ve zengin bir kalp olduğunu hatırlatmak. Bu Mija değil de sizsiniz belki? Mija’nın uzun uzun bahçedeki çiçekleri seyretmesi, aynalıkavağın rüzgârla coşan sözüne kulak vermesi; derenin akışı, yağmurun yağışı,elma… elmanın tadı, evyedeki bulaşığın kiri pası … Duyularla keşfedilenin kalbe ulaşması için acı gerek… Acı yap beni; bademlerden say beni…Bu acı, suç ve onun kefareti üzerine bina ediliyor. Ergen erkek çocukların toplu tecavüzü, kurbanın intiharı, ebeveynlerin suçu parayla yıkama çabaları, telaşları; tüm bunların ortasına düşen naif, kırılgan kadının ilham arayışını vicdan, adalet arayışına dönüştürüyor. Hayat, anılar uyudukları yerden ağır ağır başlarını kaldırıp uyanışa geçiyorlar. Uyanış her zaman aydınlanma getirir mi? O çakım anları insanı feraha ve refaha çıkarır mı? Hepsi biriciklikte saklı. Herkes kabının aldığı suyu içiyor.
Mija kelimenin tüm anlamlarıyla iyi ve naif bir kadın. Ama sınanmamış iyilik gerçekten iyilik midir? Mija şiiri, ilhamı ararken karşısına çıkan hayat kiri ve acımasızlığıyla Mija’nın unutuştan önce, son uykudan önceki büyük ve zor sınavı oluyor.
Film, Mija’ya odaklansa da olay örgüsü ve çatışma noktalarıyla farklı sorunlara da el uzatıyor. Yaşlı bir anneanneyle büyümek zorunda kalan, sevgisizlik ve yalnızlıktan kaybolmuş bir ergenden erkekegemen tavrın kabaca ve acımasızca nesneleştirdiği kadına bakışı kadar…
Değişen zamanın değerler erozyonu ve bireyin kayboluşu filmde izleyeni zorlayan yüzleşme alanlarını oluşturuyor.
Şiir Mija’ya acıyla geliyor. Senaryonun bir pazıl gibi kurulması, hafıza denizinde kelimelerin serbest atomlar gibi serserice yüzmesi hikâyenin de hayat gibi girift ve döngüsel gidişatını izleyene hep hatırlatıyor. Mija hiç kimse ilgilenmezken kurban kızla bir bağ kurmaya çalışıyor.İlk adım torununa adını sorarak atılıyor. Kız, tıpkı Mija’ya öğretmeninin sende şair yeteneği var, iyi bir şair olabilirsin dediği yaşlarda ölüyor. Kızın hayatına yaklaştıkça Mija giderek kızın kendisi oluyor. Kız Mija’nın kalbine giriyor. Dolayısıyla da Mija’nın hikâyesi bir metamorfoza dönüşüyor. Kurbanla özdeşleşme Mija’nın da sonuna dair bize ipuçlarını veriyor.
Kursun son günü Mija hocasına bir demet beyaz çiçek ve bir şiir bırakır. Şiiri, kurs sonunda onu hayat kadar ciddiye alan Mija yazabilmiştir bir tek. Filmin açılış sahnesinde bir nehir ve nehirde yüzen bir ceset görürüz. Filmin son planında yine yönetmen o suyla baş başa bırakır bizi. Mija’nın dizeleriyle…"Agnes’in Şarkısı" Anne/Hava nasıl oralarda?/Issız mı yine?/Günbatımı hâlâ ateş kırmızısı mı?/Orman yolundaki kuşlar şarkı söylüyorlar mı?/Yollamaya cesaret edemediğim/Mektubu kabul eder misin?//Söylemeye cesaret edemediğim/İtiraflarımı dinler misin?/Zaman geçecek mi?/Güller solacak mı?//Şimdi elveda deme vakti/Esip geçen yel gibi/Gölgeler gibi.//Tutulmamış sözlere,/Sonsuza mühürlenmiş aşklara,/Bileklerimi öpen çimenlere,/ve beni takip eden küçük adımlara/elveda deme vakti.//Karanlık çöküyor sanki./Yeniden bir mum yanar mı?/Kimse ağlamasın diye...//ve seni ne çok sevdiğimi/bil diye/dua ediyorum.//Sıcak bir yaz gününün/ortasında uzun bir bekleyiş/Babamın yaşlı yüzüne benzeyen/eski bir patika//Yalnızlık bile yabani bir çiçek gibi ürkek,/yüzünü çeviriyor.//Nasıl sevdim seni/sessiz şarkını duyunca/nasıl da titredi kalbim.//Dualarım seninle/Kara nehri geçmeden önce/ruhum son nefesiyle/parlak bir günün hayalini/görmeye başlıyorum//Tekrar uyandığımda,/ışıktan gözlerim kör/seni buluyorum.../yanı başımda duruyorsun.
Mija müthiş bir kadın. Gücünü zayıflığından alan. Ağaç olsa kiraz olurdu o dedim. Böyle güzel gülen bir kadın nasıl karanlık suya dönüşmek ister. Hatırlamak, sürekli geçmişi çağırmak nasıl bir cehennemse unutmak da öyle…biri şimdiyi ve gelecek olasılığını elimizden alacak kadar bizi imkansızlığın uçurumuna yuvarlarken diğeri bizi parçalar, yok eder. Mija müthiş bir cesaretle -yavaş yavaş ve iradesi dışında boşlukta kaybolmaktansa- iradi olarak, bütünlüğü tamlığı içinde bir vedayı seçer. Huysuz, hırçın ve karamsar hiç değildir. Evet yüzündeki kiraz çiçeği gülüşü yönetmen filmin sonuna doğru soldurur ama tam anlamıyla silmez. Hüzün ilişir yüzündeki küçük yarıklara. Ama asude bir kadındır Mija!