Nihan Kaya ile insanın eksik, saklanarak yaşadığı hislerle metnin akışı arasında bağdaşlık kurduğu romanı Kırgınlık üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kırgınlık’ta travmatik karakterlerin, delilerin korkunç sanrılarına tanık oluyoruz.
Gerçekten öyle mi? Yoksa, okur Nalan Kurunç mu Kırgınlık’ta deliler, sanrılar okuyor? Nitekim Kırgınlık’ın amacı da bu. Ben, Kırgınlık’taki delilerin deli olduğuna emin değilim. Bana göre deli olan, dünya. Dünyada hemen her şeyin işleyişi, oturmuş sistemlerin nerdeyse tamamı delice. İki insanın açık bir kitap önünde, yetkili makamlar karşısında el pençe divan durup evlenmesinden tutun, bir çocuğun okulda sıraya oturtulmasına, bir şey sormak için parmak kaldırmak zorunda olmasına kadar her şey delice. Her şey çok tuhaf biçimlerde düzenlenmiş durumda ve bizim tüm bu çok tuhaf düzeni sessizce kabullenmemiz, içselleştirmemiz ve daha beteri, çocuklarımız başta olmak üzere gücümüz yeten herkesi ona zorlamamız, bence en büyük delilik. İşte benim kırgınlığım buna. Bu kırgınlığım için bana deli diyebilirsiniz. Dünya zaten deli, üstelik tehlikeli, kötü niyetli, düzenbazca deli olduğu için birilerine deli damgası koyuyor. Kırgınlık, çok şekilde okunmaya açık bir roman. Nalan Kurunç Kırgınlık’taki delilerin deli olduğunu iddia ederek ortaya tutarlı bir okuma koyabilir; ben de tam tersini iddia ederek aynı romandan başka bir tutarlı okuma çıkarabilirim. Fakat, delilik, divanelik, meczupluk gibi birbirinden ayrı ama birbirleriyle bağlantılı durumları romanın merkezine aldığı doğru. Bunlara nasıl bakacağı okura kalmış.
O halde “deli” ifadesini şimdilik bir yana bırakalım ve kırgınlığa bakalım. Romanda kırgınları duyuyoruz, ama hiçbiri direnmekten, itirazdan, reddetmekten vazgeçmiyor. Kırgınlık biraz da bu değil midir?
Evet; kırgınlık, küsmek, darılmak, sırtını dönmek, çekip gitmek demek değildir. Kırgınlık, kırgın olmanıza rağmen yolunuza devam etmeniz demektir. Dünyanın yanlış bir yer olduğunu bilmek, ama yine de yaşamaya devam etmek demektir. Robinson Crusoe gibi değil, bizzat bu dünyanın içinde yaşamaya devam etmek, ona uymamak, yine de onun içinde yaşamak, ona çocuklar doğurmak demektir. Toplumun bir şekilde parçası olarak kalmayı başardığınız halde aynı zamanda kendiniz de olma çabasını içerir. En azından benim romanımda vurguladığım kırgınlık, böyle bir kırgınlık.
Kırgınlık vazgeçmemek duygusunu, direnişi de barındırıyor. Hâlâ bir beklenti içinde olma hali.
Evet. Nitekim yazmak, o beklentinin bizzat kendisi. Bir şeylerin değişmesini istemenin kendisi. Fakat şunun altını çizmek isterim ki, benim romanımın genelindeki kırgınlık, asla nahif, içe dönük bir kırgınlık değil. Kırgınlık, ismine rağmen, enerjisi yüksek, tansiyonu yüksek, dinamik, canlı, renkli, coşkulu, çoksesli, adeta polifonik, yer yer öfkeli, hesap soran, meydan okuyan bir roman. Hatta benim en eğlenceli romanım. En az nahif romanım. İçinde, başka hiçbir romanımda olmadığı gibi, gerçeküstü ögeler, mavi renkli ejderhalar, yirmi kat ve yirmi renkte giyinen dev kadınlar, soruları cevaplarına uymayan hararetli sohbetler, absürt unsurlar, gelecek dahil farklı zamanlar, olmayan yerler dahil farklı coğrafyalar var. İsminin Kırgınlık olmasının sebebi de bu. Nahif bir roman olsaydı, ismini Kırgınlık koymak istemezdim. Tüm bu cümbüşün, hareketin arkasında, çok altta, gizli kalmış bir kırgınlığa dikkat çekmek için bu en az nahif romanıma Kırgınlık adını verdim. Her romanımda az veya çok var olan kırgınlık, buradaki gizli kırgınlığa da bağlandı. Gizli olmayan bir şeyi öne çıkarmak da manasız bana kalırsa. Benim için önemli olan, hep, alt dinamikler. Nitekim Kırgınlık, yapısı gereği hem benim diğer kitaplarımla hem de kendisinden başka onlarca eserle konuşuyor. Merkezi de bu konuşma durumu zaten. Bunu gizliden değil, açıktan ve hatta bağırarak yapıyor.
Roman yazmak isteyen anlatıcının ağzından kuvvetli bir toplumsal eleştiri ve yakın tarih okuyoruz.
Bence o toplumsal eleştiri ve yakın tarih okuması, her zaman her karakterimde, anlattığım her durumda var. Misafirler gelince masanın altına saklanan kız çocuğu da, duvardaki sarı lekeyi gece gündüz seyreden Michele de aynı toplumsal eleştirinin ve yakın tarih okumasının bir parçası bence. Amacım, bu keşmekeş içinde o birlikteliğin görülmesi. Romanı roman yapan da biraz bu. Diğer yandan, roman yazmak isteyen anlatıcının romanlar yazmış romancıyla konuştuğu bölümün, o sırada roman yazmakta olan romancının ağzından yazıldığını unutmayalım.
Benim ilgimi çeken, sizin bunu güçlü bir mizah kullanımıyla etkileyici bir biçimde gerçekleştirmeniz.
Çünkü mizah, aslında eleştiridir. Ve ilginç şekilde, mizah aslında acıdan beslenir. İyi mizah yapabilmek için önce acıyı derinden öğrenmek şart. Fakat acı da mizahta açıkta değildir. Acı mizahta çok ama çok dolaylıdır. Mizahta ne kadar derinde, ne kadar örtük kalabilirse o kadar iyidir. Mizahın da romanımın bağlamındaki o kırgınlığın bir ifadesi olduğunu söyleyebilirim. Kırgın olmasaydım roman yazmaya ihtiyaç duymazdım. Hiçbir çocuğun kırgın olmadığı ya da kırgın çocukların kırgın olduğunu yetişkinlerin bildiği bir dünyada roman yazmayacağım.
Romanda karşımıza ansızın beyaz bir kertenkele çıkıyor... Şuna benzetiyorum, Rollo May bir kitabında şöyle diyordu; “Tabiri caizse bilinçdışı, sımsıkı sarıldığım bilinçli inancımı yarıp geçti.” Ansızın karşımıza çıkan beyaz kertenkele, yaratma açısından birden çakan şimşekler gibi.
Haklısınız. Romanda amaçladığım şey de bilincin bu ansızın yarılması durumu.
Hayvanlar hep belirip “ben” buradayım diyor. “Ben”in güçlü bir iradesi olarak.
Bence sadece hayvanlar değil, gördüğümüz her şey; her insan, her nesne, aslında “Ben”. Mesele, gördüğümüz şeyden dikey boyuta inebilmekte. Biz o bağlantıyı yakalayabilirsek, her şey dikeye geçmek için açık bir vasıtadır çünkü.
Kimi zaman uzam ve zaman arasında hızlı geçişler yaşıyor okur, tıpkı bir delinin zihninde ona hızla hücum eden sanrılar gibi ani ve hızlı... Aynı hızda yol alıyoruz. Osman Ali aniden ortaya çıkıyor. Hızlı dikey geçişler var... İçimizdeki mağarada yerini alıyorlar. Derinimize iniyorlar. Ve uzam ve zamanın çok katmanlılığı/çoğulculuğu kimi zaman ürpertici...
Umarım öyle… Romanın ara ara bir korku romanına benzemesi de, biraz bundan.
“Olay örgüsündeki” ani kesilmeler, zaman ve uzamın birdenbire değişmesi... Müzik sözlüğünden gelen bir terimden örneklemek isterim, bu kesilmeler olumlu anlamda bir Kurt notası* işlevi görüyor adeta.
Bu ani kesilmeler, geçişler bizi zaman zaman irkiltiyor, şiddet yüklü bir imge oluşturuyor zihnimizde. Lineer zamanın iflası...
Lineer zamanı tercih edenler, yaşamayı da roman okumaya tercih ederler sanıyorum. Romanlar ise bize, hayatın aslında lineer zaman ve uzamda devam etmediğini göstermek için var.
Sözcük diziminde tekrarlarla karşılaşıyoruz; “Ne de olsa bizim ülkemiz, çocuklarına her gün ve her gün ve her gün ve her gün ve her gün ve her gün mükemmelen ütülü kıyafetler,” Bu tekrarları şiirsel üsluba yaklaşan bir özellik olarak görüyorum.
Olabilir, ama, bence daha önemlisi, gerçek hayatta ortalama bir kadının hayatında bu eylemlerin nasıl tekrarlandığına bakalım. Cümlenin gerisi de var, oradaki eylemleri bir bir düşünün. Toplumun kendisinden beklediğinin yarısını yapan bir kadının hayatı çoktan dolmuştur. Evini az veya çok temiz, düzenli tutan, eşine ve çocuklarına yemek yapan, sıklıkla olmasa da evinde yemek daveti veren, düğün davetlerine icabet eden bir kadının kendine ait bir şey yaratması artık neredeyse imkansızdır. Bu saydıklarımın hiçbiri tek başına sorun değil. İnsan tabii ki yemek yapabilir, evini temizleyebilir. Ama gerçekten değerli bir şey ortaya koymamız, kadın olarak bize dayatılan hayattaki çok ama çok sayıdaki unsura ayak diremediğimiz, bir yerde sınır çizmediğimiz sürece imkânsız. Evimizin baş köşesinde bir yemek masası varsa mesela bu, çok kez, bize dayatılan bir düzene ve kültüre farkında olmadan hapsolmuşuz demektir ki o düzeni sürdürerek hayatımızda bir yandan başka bir şeye de o şeyin gerektirdiği oranda yer açmamız, üzülerek söylüyorum ki mümkün değil. Halbuki önemli olan, insanın geride bir şey bırakması. Ev işleri asla bitmez. Toplumsal “gereklilikler” asla bitmez. Toplumun kendisinden beklentilerini yerine getirmeye çalışan bir kadın, ne kadar çabalarsa çabalasın, ne kadar çalışkan, uykusuz, zeki ve yetenekli olursa olsun, kendisine ait bir şey yaratamaz. Altmış yaşına geldiğinde arkasına bakar ve geride gördüğü tek şey, tekrar tekrar silinmiş fayanslar, tekrar tekrar yapılmış yemekler, tekrar tekrar yıkanmış bulaşıklar, tekrar tekrar katlanmış çamaşırlar, tekrar tekrar tebrik edilmiş insanlar olur. Bu, soruyorum size, tekrar değil de nedir? Boş, kendinden ibaret, insanı hiçbir yere götürmeyen, ama kocaman, bence korkunç bir tekrardır bu ve maalesef ki çok zaman, insanın, ama özellikle kadının hayatı bu tekrarın, bu hiçliğin bizzat kendisidir. Bir şey yaratmak istiyorsanız, doğduğumuzda önümüze hazır halde konmuş bu hayatı bir yerinden değiştirmek zorundasınız. Ama nasıl, ne şekilde; bu, kişinin kendi iradesine kalmış.
Romanda tekrarlar gibi, dikkatimi çeken bir başka öge de renklerin kullanımı. Bembeyaz kertenkele, Şenlik Bacının kırmızısı kendinden başka hiçbir şeyi imlemeyen kendinde yoğunluk gibiler... Orhan Koçak’ın bir benzetmesi vardır bilirsiniz. Şöyle der: “Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanında “her şey ağırlık ve ciddiyet içindeydi” cümlesinin taşıdığı yücelik duygusu, “limon kokusunun” etkisiyle ağırlığını kıvamını yitirir, hiçbir şey anlatmaya çalışmayan bir modern resimdeki gibi (bir Pollock resmindeki) renk ve tonlardan birine dönüşür. Öznenin anlam verici etkinliğinin kırılmasıyla birlikte duygular da duyum haline geliyordur.”
Bu ifade Kırgınlık’taki duygu ve resmin üzerimde bıraktığı etkinin mükemmel bir tarifi benim için. Öznenin anlam verici etkinliğinin kırılmasıyla birlikte duygular da duyum haline geliyor. Ve doğduğunda kıpkırmızı sonradan da dışı beyaz, içi kırmızı haline gelen anlatıcı, tıpkı Hermann Nitsch resimleri gibi...
Çok güzel ifade ettiniz; teşekkür ederim. Çok değerli Roman Kuramına Giriş (Ayrıntı Yayınları, 2013) kitabının yazarı Zekiye Antakyalıoğlu da aynı noktaya, “Sular” bölümünde rengarenk giyinmiş Şenlik Bacı’dan hemen sonra “Kar” başlıklı bölümde sadece beyaz giyinip hep üşüyen kadına geçişteki kontrasttan doğan güçlü imgeye dikkat çekti. Antakyalıoğlu’na göre, üşüyen, yas tutan kadın, özünü yitirmiş, unutulmuş insanlığımızın, romanda kırıldıkça boynu incelen kuğunun beyazı.
Niall Lucy’nin dediği gibi postmodern yazar hakikatin olmadığına, onun kurguya dayandığına inanır. Buna katılıyor musunuz?
Romanların hakikatten daha hakikatli olduğuna gönülden inanıyorum. Hatta hayatımı bunu anlatmaya adadığımı söylesem, sanırım pek yanlış olmaz. Kasım’da İthaki’den yeni basımı yapılacak romanım Buğu (ilk baskı 2006) da bu tartışma üzerine kurulu ve bu konudaki fikirlerimi hem gizliden, hatta yapısıyla, hem de açıktan, kanlı canlı cümlelerle söylüyor. Buğu romanı, “Roman” ve “Gerçek” başlıklı bölümlerle ilerliyor ve bu ikisi sonradan yer değiştiriyor. Bir de “Aralık” bölümleri var ki, asıl gerçeklik orada kurulu.
“Otomatik dedikleri ışıkların hepsini ben yaktım.”
Romanda geçen “Kar” hikâyesiyle anlatıcının ağzından kadının tarih boyunca ikincil konumda yer almasını, görünmezliğini, uğradığı işkenceleri, şiddeti ötekileştirmeyi okuyoruz. Ama her seferinde var kalma çabasıyla küllerinden yeniden doğuyorlar. Kuvvetli bir roman Kırgınlık ve roman içinde romanı savunuyor, her karakter kendini sonuna kadar savunuyor. Kimi Spinozistlerin bir savunusu vardır, daima direnci öne çıkaran olumlayıcı edebiyatı savunurlar, bunun etik açıdan geçerli olduğunu. Peki, Türkiye’nin ve dünyanın içinden geçtiği şu günlerde “karamsar” romanlar yazmayı etik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz. Kırgınlık bize umut veriyor, peki ya vermeseydi? Bunu etik açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
Yazdığım her metin üzerinde uzun uzun konuşurum. Ama romanlarımın kendisi, etiğimin de bizzat kendisi, onun ete kemiğe bürünmüş hali. Umut veya karamsarlıkla ilgili, romanımdan başka söyleyecek sözüm yok. Fakat kadına dair sözlerinizin üstüne şunu söylemeden geçemeyeceğim: Saydığınız işkencelere lütfen az önce konuştuğumuz ütülü kıyafet konusunu da ilave edin. Bir kadından, -kadın bu işi yapsın ya da yapmasın!- dünyanın kadından beklediği şekilde ev işi beklemek de, sadece beklemek olarak dahi, tüm kalbimle inanarak söylüyorum, bence en az dayak, tecavüz, cinayet kadar ciddi bir şiddettir. Kadını öldüren, tüm olanaklarını yok eden, potansiyellerini yadsıyan, daha doğmadan çürüten, onu içeriden bitiren, kendisinden başka herkese yarar hale getiren, psikolojik, zihinsel, fiziksel bir şiddettir. (Evet; salt beklenti olarak bile fiziksel bir şiddettir!) Bir kadının hayatını anlamsız, işe yaramaz, boş bir tekrara mı dönüştürmek istiyorsunuz? Ona ev işleri konusundaki geleneksel inancı hafif dozda bile olsa aşılayın, yeter. Kız çocuklarını diri diri gömdükleri için Cahiliye Araplarını eleştiriyoruz, ama bence bizim kız çocuklarını diri diri gömenlerden hiç de aşağı kalır yanımız yok. Ve bu söylediğimde son derece ciddiyim.
Romanın içinde romanı tartıştığınız bölümler var. Siz bu konuda sessiz kalmak istediğinizi söyleseniz de bence hep umudu yüceltiyor anlatıcılar, roman ve dünyaya dair bir inancı taşıyorlar içlerinde.
Roman, kendisi, dünya dediğimiz kötü şeye dair tüm o umutsuzlukların içinden bir umut olduğu içindir belki bu.
Öte yandan, bunu yaparken örneğin “Paf”ta güncel politik meselelere de değiniyorsunuz, küresel adaletsizliklerden de pek çok meseleden söz ediyorsunuz. Bir yazar olarak Türkiye’de şu an sizi en çok rahatsız eden konuların başında ne/neler yer geliyor?
Şu var ki ben günlük siyasetten köşe bucak kaçan biriyim. Günlük siyasetin, genel siyasî bakışımızı körelttiğini, hatta dünyaya dair öz gerçeği görmememiz için önümüze sunulmuş bir tuzak olduğunu, bizi asıl gerçeklikten uzaklaştırdığını düşünürüm. Bu asla, Türkiye’nin, dünyanın durumuna kayıtsız olduğum anlamına gelmiyor. Serdar Ağbaba, romanlarıma dair şöyle yazmıştı: “Coğrafya üstü coğrafya, siyaset üstü siyasi, politika üstü özpolitik yazmak. Yani öfkeli bir sabırla yazmak. Umutlu.” Yazdıklarımı bu kadar doğru özetleyen başka bir ifade bilmiyorum ve Ağbaba’ya bunu gördüğü için hayli müteşekkirim. Siyasi durumum bu. Ama alnıma silah dahi dayasanız, çoğunluğun benden kurmamı beklediği o cümlelerden birini kurmayacağım. Bu, çok çekmiş olduğum bir konu. Her iki “taraf” tarafından da karşı tarafta olmakla suçlanıyorum. İnsanların “büyük” dediği her olay sonrası, onlarla birlikte bağırmadığım için, onlarla birlikte aynı sloganı tekrar etmediğim için eleştiriliyorum. Bana göre, tekrar edilen hiçbir söz aslında söylenmiş değildir. İsteyen istediği sloganı atabilir. Ama roman yazan biri, neden slogan atsın? Ben o istedikleri şeyi roman formunda zaten yapıyorum. Romanlarım, bütün içtenliğimle söylüyorum, siyasi, felsefi, insani duruşumun kendisidir. Onlar benden daha çok ben ve beni de benden iyi anlatıyorlar. Gerçeklere karşı fikirlerimi merak edenler, yazdığım romanlara baksınlar.
*Kurt (Kurt Notası): yaylı çalgılarda enstrüman gövdesinin enstrümanın ses yelpazesi içindeki bir nota ile istenilmeyen türde rezonansa girerek ürettiği rahatsız edici ses.