“Sevmek yerine yol açabileceği acı hakkında konuşursan o acının kendisiyle daha fazla muhatapsın demektir.” Tiyatro oyunlarından ve ekranlardan tanıdığımız Başak Daşman’la ilk öykü kitabı Kırk Evin Delisi üzerine konuştuk.
Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi Oyunculuk bölümünde okuyan, çoğunlukla tiyatro sahnesinden ve oynadığı televizyon dizilerinden oyuncu kimliğiyle tanıdığımız oyuncu, senarist, yönetmen ve yazar Başak Daşman, geçtiğimiz senenin son aylarında ilk yazarlık denemesini profesyonele taşıdığı Kırk Evin Delisi isimli ilk öykü kitabını İthaki Yayınları etiketiyle okuyucuya sundu. Başak Daşman ile yazarlığa geçişi, Kırk Evin Delisi, öyküleri ve gelecek planları üzerine sohbet ettik.
Bugüne kadar çoğunlukla sizi televizyondan ve sahneden oyuncu kimliğinizle tanısak da aynı zamanda senaristlik ve yönetmenlik tecrübeniz olduğunu da biliyorum. Bunların yanına şimdi de yazar kimliğiniz eklendi. Öncelikle şununla başlamak istiyorum aslında, kimse asla tek bir kişi değildir belki ama, oyuncu, yönetmen, senarist, yazar Başak Daşman bunların arasında en çok kendini hangisi olarak tanımlar?
Oyunculuğa lise hazırlık sınıfında, sınıf arkadaşımla beraber yazdığımız oyunda rol alarak başladım aslında. Yazmak, hayatımın her zaman bir parçasıydı. Konuşarak düşüncelerimi aktarabiliyorum, duygularımı ise ya oynayarak ya da yazarak anlatabiliyorum sanki. Ancak, resmin bütününe bakınca oyuncu olarak tanımlayabilirim, hem tüm disiplinleri içinde barındırdığı hem de oyun oynamayı çok sevdiğim için.
Kırk Evin Delisi, yer yer okuyucuyu gerçeklikten koparırken bir sonraki öyküde gerçekliğin tam ortasına oturtan bir kitap. Oradan oraya dolanan gerçeklikle gerçeklik dışı dünyaların bir arada bulunduğu kitap, adını aldığı kırk evin kedisi deyimi gibi bizi bir gerçeklikten diğer bir fantastik dünyaya sürüklüyor. Bu noktada biraz kitap adına değinmek istiyorum. Bu kitapta yazdıklarınız sizin için delilik mi? Neden “Kırk Evin Delisi”?
Kırk evin kedisi, birçok eve giren kişi, sevilen, beğenilen gibi anlamlar içeriyor. Arasında gezindiğim bütün gerçek ve gerçek dışı dünyalar, aslında kendi içimde kapılarını araladığım evler bence. Bazen aynanın içinden bazen pencerenin arkasından baktığımda gördüklerim. Şeylere biraz farklı bir noktadan durup bakmak bile çoğu zaman delilik. Neden bilmiyorum. Sadece farklı olduğu, ürküttüğü, zor geldiği için de değil; sanki “uğraşacak başka bir şeyi yok mu?” sorusunu da içinde saklıyor gibi. Bu, soru kisvesi altındaki serzeniş, her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünyada nasıl da anlamsız. Bir çocuk, bir şeye baş aşağı baktığında onu deli değil sevimli buluruz; ya o da deli ya da delilikte o derece sevimli. Bence ikincisi, o yüzden sevilen beğenilen, kırk evin kedisi olmalı gerçek bir deli.
Kitabı ilk açtığımda dikkatimi çeken Lewis Carroll’dan alıntı yapmanız oldu. Alice Harikalar Diyarında çocukken benim için fantastik dünyaların kapısını açan bir kitap olmuştu. Lewis Carroll’u seçmenizdeki temel sebep neydi? Neden başka bir yazarın alıntısı değil de Alice alıntısı ile başlıyor kitabınız?
Ne zaman kafamdan geçen fikirlerin biraz bulanıklaşmasını istesem açıp karıştırırım çünkü. Düşünce sistemi ve sanat hakkında muazzam şiirler ve resimlerle dolu bence.
Dikkat çeken bir diğer yan ise çoğunlukla kadın hikâyelerine yer vermeniz. Kadın karakterler kendini sorgulayan, düşünce dünyaları, ilişki ve yaşam biçimleri ile tam da yanı başımızda yer alıyor gibiler. Bu hikâyeler için sahneye aktarılamayan, ifade edilemeyen durumların yazıya dökülmesi diyebilir miyiz?
Etrafımızdaki her şeyi sürekli tanımlamaya çalışırız, kendimizi de onlarla olan mesafemizi de anlamak için. Ancak tanımlamalar şeylerin kendileri gibi aldatıcı ama onlar kadar değişken değildir. Bunu görüp kabul etmek yerine tanımlarımıza sıkı sıkıya sarılırız. Tıpkı kadınlara yaptığımız gibi, kendimize, erkeklere, dünyaya. Ancak ne kadar direnirsek direnelim bir kadın onu tanımladığımız şey değildir. Belki ben de yeni tanımlar uydurmuşumdur ya da farklı tanımları sıralayarak bir şeyin, iki şey üç şey beş şey olduğunu anlatmaya çalışmışımdır, tam olarak farkında olduğuma emin olmayarak.
Kitabınızdaki birçok hikâye beni derinden etkiledi. Söylemeden geçemeyeceğim “Oyuncak Katliamı” öykünüz en çok etkilendiğim öykü oldu ve bu öyküyü okuduktan sonra kitabı bir süre kenara bırakma ihtiyacı duydum. Sindirmesi zor bir öyküydü benim için. Bu hikâyenin ayrı bir hikâyesi var mı?
Urfa da 33 insanın katledildiği günden birkaç gün sonra yazdım o öyküyü.
Hayatın devam ettiği fikri, hayatını devam ettirmesi gereken asıl kişilerin üstelediği değil, dışarıdakilerin yinelediği bir fikirdir ve insan ölümle baş edebilir elbette çünkü yaşamakla eş değer. Ancak baş edebilmemiz için anlamaya ihtiyacımız var. Aklın kavrayabileceği düzlükte olmalı. Yani failini kötü, şeytan, cani diye tarif edip affedemeyeceğimiz eylemini anlayabiliriz, kabul etmesek de. Ancak bu katliamı ve onun gibi diğerlerini anlamaya çalışmak bile kendine yaptığın korkunç bir ihanet ve ben de durdum, kendimi korkunç ve tarifsiz bir acıda kilitlenmişim gibi hissettim. Sonra da bu hikâye çıktı.
Gerçeklik dolu öykülerden masal diyarına uzanan bir yolculuğa çıkaran Kırk Evin Delisi, fantastik öyküler açısından da oldukça tatmin edici. “Kaptan”, “Gren” ve “Tamirci” öyküleri birbirinden farklı diyarları tanımamıza olanak sağlıyor. Özellikle “Gren” isimli öykü bana Ursula K. Le Guin dünyasını anımsattı. Kitabınızdaki öykülere genel olarak baktığımda fantastik öykülerin daha uzun olduğunu görüyorum. Bilimkurgu ve fantezi edebiyatı sizin için nasıl bir noktada yer alıyor? Bu türde yazmaya ağırlık vermeyi düşünüyor musunuz
Bir arkadaşım, “Gren” için, "bence ayrı eve çıkmak istiyor Başak" demişti. Güldüm. Fantastik edebiyatı seviyorum. Daha yuvarlak ve renkli bir dünya yaratıp onun içinde basit olanı yakalamak fikrini seviyorum sanırım. Bilmiyorum belki olabilir.
Kırk Evin Delisi öldüğünü düşünen bir kadını anlattığınız “Çekirge” adlı öykü ile başlayıp, varoluşsal sancılardan geçen farklı hikâyelerin ardından, bir intihar mektubunun yazıldığı “Tabanca” adlı öykü ile son buluyor. Kitapta ölüm kavramının bu kadar yer almasını nasıl açıklıyorsunuz?
Korku ile olabilir. Ölüm fikrini yaşamın içine tam olarak almadan hayatı anlamaya çalışmak da garip. İnsan yokluk ve boşluk fikrini her şekilde doldurmaya çalışıyor o da en büyük ve anlaması en güç boşluk.
Birden çok öyküde karşımıza çıkan Aslı karakterini başka bir kitapta, sadece ona ait olan dünyada anlatmayı düşünüyor musunuz?
Aslı'nın kim olduğunu bulabilirsem tabii neden olmasın :) ya da yolda karşılaşırız belki... Aslı isminin anlamını seviyorum ama isimlerinin değil insanların gerçekte kim olduklarının önemi var. O yüzden başka başka kadınlar benim için Aslı. Ancak içlerinden birini seçip onun dünyasını yazabilirim tabii bir gün.
“Memnun Oldum” adlı öyküde “Sevdiğimiz şeylerden çok korktuğumuz şeyler hakkında konuşuyoruz. Yani korktuğumuz şeyler başımıza gelmiyor aslında, hep orada duruyor.” diyorsunuz. Sizin bu kitabınızda korktuğunuz şeylere yer verdiğinizi söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz elbette ama sevdiğim şeyler hakkında da bir o kadar konuşmaya çalıştım. En azından aynı oranda başımıza gelsin:) En çok uğraştığın şey hakkında konuşursun ya da konuştuğun şey hakkında uğraşırsın. Sevmek yerine yol açabileceği acı hakkında konuşursan o acının kendisiyle daha fazla muhatapsın demektir. Ne ile daha fazla teşrikimesai içinde olmak istiyorsan sohbetinin konusu o olmamalı mı?
Son olarak Başak Daşman ile gelecek zamanda nerelerde karşılaşacağız? Dizi, film, tiyatro çemberinde dolanırken bu kitabın devamı gelecek mi?
Yeni bir sinema filmi ve dizi olacak önümüzdeki ay. Craft da oynadığım Yutmak adlı tiyatro oyunum devam ediyor. Peramart Atölye de oyunculuk eğitimi veriyorum. Bütün bunların yanı sıra yazmaya devam ediyorum ve bence devamı gelecektir.