Şermin Yaşar’ın Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nın ardından yine yetişkinler için kaleme aldığı, kalplere dokunan biriktirilmiş insan öykülerinden oluşan kitabı Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu üzerine bir yazı.
Şermin Yaşar, Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu kitabının adında kullanmış olduğu metafor ile yüzümüzü gülümsetse de içeriği ile yüreğimizi üşütüyor. Yaşar, bu kitabında “Ölen kişinin dünyada kalanı olmak ne demek?” sorusuna cevap aradığı öyküler anlatıyor okuruna.
Yazarın, yetişkinler için kaleme aldığı kitaplarından ikincisi olan Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu, 2018 yılının Ekim ayında Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Yayımlandığı tarihten yaklaşık iki ay önce eşini kaybeden yazar için bu kitabı sadece yazmamış, aynı zamanda yaşamış demek daha doğru olur.
Kitabın kapak tasarımında bilinçli olarak kullanılan kelebek figürleri ile bize anlatılmak istenen; aslında bedende sıkışmış ruhun özgürlüğüne kavuşması. Kelebekler tüm Doğu öğretilerinde ve simyada, insanın yerde sürünen bir tırtıldan farksız iken kozadan çıkan ve gökyüzünde süzülen bir kelebeğin sembolize edilmesi ile gerçek arınmanın ve ruhsal yolculuğa başlamanın en temel işareti olarak kabul edilir. Yazarın ölüm gerçeğine bu bakış açısı ile yaklaşması bile onun ne kadar naif bir insan olduğunun göstergesi.
Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu kitabı on sekiz öyküden ve bir açık mektuptan oluşuyor. Yazarın Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olmasının avantajını, sadece anlatısındaki güçte değil aynı zamanda noktalama işareti kullanımından, cümlelerdeki doğru yapılandırmaya kadar görülüyor. Öykülerin geçtiği yerlerin çoğu geleneksel olarak betimlenmiş. Zaman kavramı da yerlerden anlaşılacağı üzerine yakın geçmişe ait. Şermin Yaşar, her bir öyküyü, yazının içerisindeki bir karakterin dilinden anlatmış ve ölüm temasını farklı bakış açılarıyla bizlere sunuyor.
Yazarın ilk öyküsü aynı zamanda kitaba adını da veren “Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu”. Hikâye, anlatıcısının bir cenazeye katıldıktan sonra orada dağıtılan siyah-beyaz, beşe sekiz santimlik merhumun fotoğrafını atmaya kıyamamasıyla başlıyor. Sevdiğini dile getiremediği kadının da akabinde ölmesiyle artık katılabildiği tüm cenazelerden ölen kişilere ait fotoğrafları alıp bir defterde saklayan ve defterin her bir sayfasını bir kişiye özel kılan aykırı bir koleksiyonerden bahsediliyor. Koleksiyonerin bir daha başkasını sevememesi ve ölünce fotoğrafının, Reyhan Hanım’ın bulunduğu sayfanın karşı sayfasına yapıştırılmasını istemesi ve böylece sevdiğiyle defter kapatılınca baş başa, dudak dudağa huzurla kendi sonunu bulacağı inancıyla öyküye nokta konuyor.
“Berhudar Olayım Necmi Enişte” adlı ikinci hikâye de ise çok sevdiği eşini seneler öncesinde kaybetmiş bir kadının eşi ile her anının fotoğrafını evin duvarlarına çerçeveletmesi ve hâlâ yaşıyormuşçasına onunla konuşmasını konu alan takıntılı bir aşk anlatılıyor. Yazarın espritüel dilinden fazlaca nasibini alan bu öykü; ölüm taş gibi soğuk olsa da kahkaha atarak okutuyor kendini. Bu kahkahaların birazını saklamanızı tavsiye ederim zira başka öykülerde göz yaşı dökmemeniz için size yol arkadaşlığı yapabilir.
“Kimlikte Nurşen” öyküsü ise yaşarken ölmek ya da sevdiği insanların içinde ölmek temasını konu alıyor. Bu öyküde Nurşen adlı çocuğun annesi tarafından sevilmediğini hissetmesi, onun bir gün kendisini seveceğini beklemesi, babaannesinin ve yengesinin elinde büyümesini bu sebeple hep kendisini eksik hissetmesini gözlerimizin içine içine, ilmek ilmek işliyor.
Yaşar, pek çok karaktere öykülerinde hayat verirken yalancıları da unutmuyor. “Vecdi Çiçek Açtı” adlı öyküde yalancı bir insanın başka insanların hayatını nasıl kararttığını, ölüsünün dahi o insanlara muhtaç olduğunu gösteriyor. Bir diğer öykü olan “Yalan Dünya, Fani Dünya”da ise eşi ölmüş bir annenin tüm çocuklarını kontrol etmesinden doğan sıkıntıları konu alıyor. Öyküde, sözcükleriyle onları ölmekten beter eden ve kendini de onların kalplerinde öldüren bir anneyle tanıştırıyor.
Yazarın kitabındaki diğer hikâyelerde; düşüncelerini, isteklerini, kendi içlerinde öldürmeye zorlayan şartları, ölenden sonra kalanlarda yaşamın devam etmesini, maddi takıntıların insanın kendine saygısını başkalarında öldürdüğünü, varlığını hepten hiçe düşürenleri, zamanın kıymetini bilemeyip hayatı öldürenleri konu edindiğine dair kısa bir bilgi verip sizi merak dürtüsü ile baş başa bırakıyorum. Fakat benim favorim olan “Çatlak” adlı on yedinci öyküye değinmeden geçemeyeceğim. Özellikle okunup üzerine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim.
“Çiçeklerden biri su akıtmış. Hangisi diye baktım. Müjganın düşürdüğü saksı. Kasımpatı saksısı… Su sızdırıyor. Ona bakıp bakıp sorduğumuz sorunun cevabı akmış saksıdan… Yerde görünmez kelimelerle bir iz bırakmış: “Müjgan Abla’ya çatlak diyorlar. Müjgan Çatlak değil, Müjganı fena kırmışlar …”
Kitabın sonunda ki “Geçtiğimiz Kırk Gün” adlı eşine yazdığı açık mektupta boğazınızda düğümlenen o duyguyu kalbinizde hissedecek hatta elinizle de ona dokunabileceksiniz.
“Kırkıncı ikindiyi beklerken kırkikindi yağmurları boşandı gözlerimden. Gecesini bekledim ve de gece yarısını. Hiçbir şey olmadı. Yalanınız batsın dedim. İçimde tek bir mum kalacaktı hani; peki ne, bu yürekteki bin dönümlük orman yangını?”
Kitaptaki öykülerin; yalın ve sade bir dilde yazılması, az sayıda karakter içermesi, kısa olmasına rağmen derin bir etki bırakması tamamen edebi türüne uygun yazıldığının ispatı niteliğinde. Edebiyatımızda bu tür; Ömer Seyfettin, Sait Faik Abasıyanık, Halit Ziya Uşaklıgil, Sabahattin Ali gibi önemli isimlerle özdeşleşmiştir. Bu bilgileri göz önüne aldığımda, kitabı okuduktan sonra ağzımda kalan akide şekerine benzer tadı sorgulamıyorum. Onun tadını çıkartıyorum. Son yazı olan mektupla gelen tadı ise sadece anlamlandırmaya çalışıyorum. Zira ateş düştüğü yeri yakıyor, biliyorum. Üç çocuk annesi ve hayal dünyası zengin olan Şermin Yaşar’ın öykü kitaplarının serileşmesi dileğiyle.
Kullanılan fotoğraflar Luc Kordas'a aittir.