R. F. Kuang’ın sözcüklerin, iktidar ve eylemler üzerindeki etkisini anlattığı, kurmacayı, fantastik öğeleri ve gerçekliği bir araya getirdiği romanı Babil üzerine bir yazı.
Dilin ve sözcüklerin gücü başka hiçbir şeye benzemiyor; tek bir cümle, tarihin akışını değiştirebiliyor, bir eyleme hayat verip onun sonlanmasını sağlayabiliyor. Dil ve sözcükler ekonomik, sosyolojik ve politik çalkantılara yol açtığı gibi büyük durgunluk ve bunalımları tetikleyebiliyor. Dil ve sözcükler, özgürlüğün simgesi olabileceği gibi boyunduruk altına almanın ve sömürmenin aracı hâline gelebiliyor.
R. F. Kuang, dilin bu özelliklerini ve tarihselliğini hesaba katarak ya da hatırlatarak kaleme aldığı; kurmacayı, fantastik öğeleri ve gerçekliği birbirine kattığı Babil’de sözcüklerin, iktidarı ve eylemleri nasıl etkilediğini anlatıyor.
Sömürenlerin Gücü ve İmkânları
Kuang, kelime ve cümlelerin, farklı dillerden birbirine aktarımını politik ve sosyolojik bağlamda kurgularken çeşitli milletlerden çok sayıdaki insanı Oxford-İngiltere’de birbiriyle tanışması babında sömürgecilik ve ayrımcılık potasında buluşturuyor.
Kuang, romanın tamamında dilin nasıl kullanıldığını ve sömürgecilerin elinde nasıl bir araç hâline getirildiğini işlerken benlik ve kimlik ekseninde siyasi ve toplumsal bir tablo çiziyor. Oxford Üniversitesi’ndeki Babil Enstitüsü ve orada çeviriyle uğraşan öğrenciler bu tablonun merkezinde. Romanın başkarakteri Robin Swift ve arkadaşları, çevirinin sözcükleri bir dilden diğerine aktarmakla sınırlı olmadığını, aynı zamanda gücün ve tahakkümün bir aracına dönüşebildiğini fark ediyor.
Babil Enstitüsü’nde yetişen Robin, karşılaştığı her sözcük yardımıyla kendini arayıp benliğini inşa etmeye uğraşırken güç ilişkilerinin ve sömürgeciliğin ilk olarak dilde başladığını da görüyor. Başka bir deyişle Batı’nın, kendisi dışındaki her noktaya nüfuz edebilmek için dili kullandığının ve bu şekilde tepeden bir bakış geliştirdiğinin ayırdına varıyor.
Geldiği yeri unutmayan Robin, ikilemler yaşarken İngiltere’nin sunduğu imkânların da sömürgeciliğin de farkında. Bu durumlar, onun içindeki kızgınlığı büyütürken kendisini yersiz-yurtsuz hissetmesine de yol açıyor. Dolayısıyla Kuang, bu noktada başkarakter aracılığıyla bize kültürel çatışmaları da onun geçmişine her anlamda tutunma çabasını da hayli etkili biçimde aktarıyor.
Zehir ve Panzehir
Aslen Çinli olan Robin’in yaşadığı huzursuzluk, İngiltere’ye geldikten sonra karşılaştıklarıyla yoğunlaşırken öğrendiği ve çeviriler yaptığı dil sayesinde hızla büyüyor. Irk ve sınıf ayrımcılığı gibi iki yakıcı ve hayatî mesele de çocukluktan ergenliğe, oradan olgunluğa geçiş sürecini hızlandırıyor. Zengin ve İngiliz akranları tarafından aşağılanıp kimi zaman onlardan şiddet gördükçe ayrımcılık ve sömürgecilik gerçeğiyle yüzleşiyor.
Robin, İngiltere’nin, dünyanın farklı ülkelerinden getirip eğittiği ve ardından oraların sömürülmesinde kullandığı çocukları gördükten sonra yasa dışı sayılan Hermes örgütüne katılıp sömürgecilik karşıtı faaliyetlerin bir parçası hâline geliyor. Dolayısıyla sömürgeciliğin, ırk ayrımcılığının ve sınıfsal çatışmaların en şiddetli olduğu on dokuzuncu yüzyılda geçen hikâyede, zehrin panzehrini de sunuyor yazar.
1830’larda geçen öyküde yaşamından parçalara da yer veren, Robin gibi İngiltere’nin hâkimiyetindeki Çin - Guagzhou’da doğan Kuang, sonradan geldiği Britanya’da bu romanı kaleme alıyor. Karşılaştığı sorunları ve sömürgecilikle ilgili gözlemlerini kitaba dâhil ediyor. Böylece hem fantastik hem de tarihî bir metin çıkıyor ortaya.
“Çeviri büroları her zaman büyük uygarlıkların vazgeçilmez araçları -hayır merkezleri- olmuştur” cümlesi, Babil’de Kuang’ın anlatmaya uğraştığı sözün ve dilin gücünü ortaya koyuyor. Aynı zamanda sömürgeciliğin önemli bir kolu hâline gelen dil aracılığıyla kültürel nüfuzun, kimlik krizinin ve çatışmalarının da örtük bir anlatımı bu ifade. Hikâyedeki heybetli kulenin var olmasını sağlayan da sonradan yıkılmasına yol açan tepkinin kaynağı da aynı cümlede aranmalı.
Babil, R. F. Kuang, Çeviren: Güneş Becerik Demirel, İthaki Yayınları, 662