Simyada albedo, “beyaz toprak yaprağı” anlamına gelir ve saf olmayan şeylerin yok edilişine işaret eder. Maddenin nihai hali küldür. Kül simyevi tuzlar gibi, arınmanın, saflığa ulaşmanın, yalın bir yok oluşun sembolüdür. Anka, küle dönüşmeden, ateş saçan bir kuş olarak doğamaz. Obsesif içtepilerin alazlarından, kimi zat-ı muhteremin zehrinden kurtulmadıkça, tutku ve bilgi tehlikelidir. O yüzden küle ulaşmak, külleşmek, simyada da kimyada da temizliğe işaret eder. Mesela Meksika’daki Nahuatl kabilesi yeni doğan çocukları külle yıkar ki güçlensinler. Maddenin çöküşünden kurtulmak, çürümenin önünde durmak, sadeliğe kavuşmak... Budur külün adı.
Külün kardeşi tozun böyle pür-u pak bir çağrışımı yoktur. Her ne kadar Hıristiyan ayinlerinde, “külden küle, tozdan toza” vecizesi ile birbirlerine zincirlenmiş olsalar da, kül ve toz arasında derin bir nüans vardır. Toz, kiri, birikmiş/biriktirilmişliği, köhneliği, unutulmuşluğu uyandırır. Kül, yok oluş ya da edişle gelendir. Yakarız; gemileri, geçmişi, vücudu, kemiği ve geriye kalan küldür. Eskiler, külle çamaşır yıkarlarmış mesela. Gümüşü parlatırız, küle yatırarak. Külün, arındırıcı bir hali vardır. Oysa toz, dekadansın tortusudur. Toz ya çokluktan ya yokluktan doğar. Çokluk için Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ını hatırlayın: Düğün gününde terkedilmiş bir kadının delirip malikanesini toza bırakmasını. Hayaletlerle raks ederken toza tutunmasını. Yokluk için de John Fante’nin Toza Sor romanındaki sadece portakal yiyen bir adamın kayboluşunu, günahlarını, suçluluk duygusunu anımsayın. Buradaki toz, büyük şehrin kirli kenarlarında, karşılıksız aşklarla bir danstır. Yoktan var etme çabası içindeyken boşluğa düşen adamın gümüşi toz parçalarını tutma çabasından mürekkeptir bu kaybolmuşluk. Toz yüzü ve yüzeyi kaplar, kuytuları doldurur.
Kül ve tozu en güzel Dante evlendirmiştir. Tesadüf olmasa gerek, toz ve külün birbirine karıştığı cehennem bölmesi açgözlüler için ayrılmıştır. Bu terasta, Dante’nin hiç haz etmediği Papa vb. karakterler, arsızlıklarına kurban düşmüş, sonsuzluğa kadar kül ve toz avuçlamaya mahkum edilmişlerdir: “Tuttular ve bıraktılar, bıraktılar ve tuttular/ avuç avuç toz ve kül/ iz sürdü toz ve kül içindeki cahil el ve ayakları / kaybedişin hiyeroglifini.” Ben de Dante gibi günümüzün kötülerini cehenneme yerleştirme oyunu oynasaydım, kitap yakanlar için münasip bir yer bulurdum. Antik ve ortaçağlarda papirüs ve kitap yakanlar bugün farklı şekillerde susturmaya çalışıyorlar bizi. Fahrenheit 451 distopisini gerçekleştirmelerine gerek yok, korkutarak kıstırıyorlar düşünceyi. Nice Çin imparatoru, Mısır firavunu, Bizans prensi, Çekoslovakya Nazisi ile akraba olacak günümüz devletlüsü, benim onlar için inşa ettiğim cehennemde ısınsın diyorum. Yaktıkları kitapların külüne batmış, sansürledikleri zihinlerin tozuyla dolsun gri ruhları, kül ve toz, toz ve kül. Belki o hayran oldukları sesleri toz ve kül ile kaplanınca anlayacaklardır, günahlarının karanlığını.
Kül ve toz, aslında başlangıcımız ve sonumuz. Fizik bize yıldız parçalarından doğduğumuzu söylüyor. Nebulaların toz bulutlarında yatan gök cisimleri, çarpışa çarpışa yeni galaksilere dönüşüyor. Carl Sagan “DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elmalı turtalarımızdaki karbon, hepsi göçen yıldızların içlerinde oluşuyor. Biz yıldız parçalarından mürekkebiz.” derken şiirsellik değil, bilimsellik yapıyor. Mitolojide, Deucalion ve Pyrrha, taşları yere attıkça insan doğuyor. Taş ve kilden yoğrulduğumuzu söyleyen nice kadim din, aslında parçalanmış yıldızlardan doğduğumuza işaret etmiyor mu? Belki o yüzden sürekli dönüyoruz, toz ve küle. Gök parçası olarak, uzay olarak, sonsuzluk ve sonun buluştuğu noktalarda...