Hepiniz hoş geldiniz. Kürşat hoş geldin. Kürşat hakkında çok kısa birkaç şey söyleyeceğim. 1963 İstanbul doğumlu. İstanbul, Ankara, Lefkoşa ve Ağrı’da eğitim görmüş. İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünü bitirmiş. 85’ten itibaren de gazete ve dergi dünyasına katılmış. Hürriyet’te başlamış, sonra Gösteri dergisi, Tempo dergisi, sonra da çeşitli gazeteler; Yeni Yüzyıl, Akşam, Star ve Cumhuriyet’te çalışmış. En son Cumhuriyet’te yazıyordun.
Evet
Orada köşe yazarlığı yaptı. İlk öykü kitabı, benim adını da çok sevdiğim; Kış İkindisinin Evinde kitabı. 1988. Daha sonra; Konuştuğumuz Gibi Uzaklara, Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum, Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları, Başucumda Müzik ve en son bugün üzerine konuşacağımız, 2014’te çıkan Yaz romanı. İki de deneme kitabı var. Bir tanesi gazete yazılarından, diğeri de denemelerinden oluşan; İğreti Yaşamlar 1997, Çok Güldük Ağlamayalım 2006’da yayımlanmış. Pek çok televizyon programı yaptı. Bunların içinde Akşama Doğru var, Her Şey Yolunda, Başka Yerde Yok, Akıl Oyunu, Kürşat Başar’la Sohbetler. Ben bunlardan birkaçını hatırlıyorum. Yemekli bir masa vardı, çeşitli sanatçılar geliyordu, konuşuyordunuz.
Bu programı ilk yaptığımızda bayağı laf işittik. Herkes, televizyonda yemek yenir mi kardeşim, böyle format mı olur, dedi.
Bayağı sürdü ama değil mi?
Ben de dedim ki, bizim Türk halkının geleneğinde aslında şöyle bir şey yok mu, sofrada konuşuruz biz bazı şeyleri. Aile de sofrada toplanır, devlet de sofrada kurtarılır. Her şey sofrada, o açıdan bize uygun bir şey. Epey itiraz oldu fakat biz yaptıktan dört beş sene sonra şimdi artık televizyonda yemek programından geçilmiyor. O ayrı konu.
O zaman sen buna sebep olmuşsun, seni burada kınıyorum.
İyi mi kötü mü oldu bilemiyorum.
Bir de yarışma gibi programlar var ya yemek programları.
Bir de onlar var şimdi.
Kürşat’ın bir diğer önemli özelliği de biliyorsunuz, müzik yapıyor, caz yapıyor, saksafon çalıyor. 2012’de “Keşke Burada Olsaydın” isimli bir albüm çıkarttı.
Peki başlıyoruz. Çok kısaca bize yazı yaşamına nasıl başladığından söz eder misin? Yazı sende ne zaman başladı, nasıl oldu?
Şimdi aslında bu kitapla da biraz bağlantılı bir şey. Yaz da biraz anlatıyor aslında. Ben derler ya çocukken şarkıcılığa başladım. Biraz öyle oldu benimki de hakikaten. İlkokul yıllarında başladım. Biraz komik roman denemeleri yazıyordum ilkokulda. Dördüncü, beşinci sınıfta, yaz tatillerinde. Konu da şu; dört-beş çocuk bir ıssız adaya düşüyorlar. E tabii anne, baba yok, öğretmenler yok. Gayet mutlu bir hayat yaşıyorlar. Niyet belli. Roman yazmamın nedeni edebiyattan çok bulunduğum ortamdan kaçış duygusu belki de. Bu kitapta bunu çok tartıştım, bahsediyorum bundan. Bu kaçış duygusu, bulunduğun yerde mutlu olmama. Çünkü bana göre, Haydar da çok iyi bilecek ki, insan niye durup dururken şiir yazsın değil mi, William Faulkner 1950’lerde Nobel'i aldığında bir röportaj yapıyorlar kendisiyle, soruyorlar ona:‘’Şu anda dünyanın en mutlu insanı siz olmalısınız. Çünkü Nobel ödülü aldınız.’’ Yoo, çok mutsuz bir insanım tam tersine, diyor. Nasıl olur, falan diyorlar. Diyor ki: Benim ölmeme çok az kaldı. Yaşlı bir insanım. Hayatım boyunca bu kitapları yazdım. Ve ben yazdığım için asla okumam. Çok sıkıcı bulurum. Herkes sokaklarda gezdi, eğlendi, çoluk çocuğa karıştı filan. Ben oturdum karanlık bir odada bunları yazdım. Dolayısıyla niye mutlu olayım? '' Hakikaten yazı yazmak garip bir şey. Biraz da gereksiz de bir şey. İnsanı mutlu edecek bir şey değil gerçekten. Bunu yapmanız için bir şeyden rahatsız oluyor olmanız lazım bence. Benim çocukluğum neşeli geçmiş bir çocukluk. Kalabalık bir ailede büyüdüm ben. Ve sokakta oynayan bir çocuktum. Şimdiki çocuklar gibi tabii evde, bilgisayar başında değildik o zamanlar. Mahallede oynayabilen çocuklardık. Buna rağmen, niye bir yaz boyu bir çocuk oturup kitap yazsın? Tabii belki ben itiraf edebilirim, ruh hastasıyım. Veyahut da bir şekilde siz içinde bulunduğunuz yerden başka bir yere gitmek istiyorsunuz. Biraz bence yazmak, gitmekle de ilgili bir şey. Bu kitapta çok anlatıyorum bunu.
Peki, sonra Doğan Hızlan’la çalıştın. Gösteri dergisinde. Ben de seni o zaman tanıdım. Felsefe okuyordun ve 18 yaşında filan olmalısın.
Evet, 18 yaşında çalışmaya başladım Gösteri dergisinde.
Oradan da tabii epey şey öğrenmişsindir. Doğan Hızlan’la çalışmak oldukça öğretici olmuştur. Gösteri dergisi deTürkiye’nin en eski dergilerinden biri, 80’de çıkmıştı galiba.
81’de.
Demek ki 35 yıl olmuş. O zamanki gündemi belirleyen dergiydi Gösteri. Ödülleri, yarışmaları, dosyalarıyla çok canlı bir dergiydi. Ben de birkaç ay bulunmuştum senden önce orada. Bir küçük oda, her gün Necati Cumalı’dan, Melih Cevdet Anday’a yazarlar, şairler ziyaret ederlerdi.
Ben dergide başladığımda, aynı zamanda okula gidip geliyordum. Tabii o zaman Cağaloğlu’nda dergi, okul da Beyazıt’ta bizim felsefe bölümü. Gidiyorum, geliyorum. Orada altı yıl çalıştım. Hiç kendimi işe gidiyormuş gibi hissetmedim. Bir aile gibi hissediyordum ve bu aile çok enteresan bir aile. Çünkü, Fazıl Hüsnü Dağlarca da geliyor, Sabahattin Kudret Aksal da geliyor.
Edip Cansever.
Genç yazar, genç şair, sevgili Haydar da geliyor, Edip Cansever de geliyor, Cemal Süreya da geliyor. Ve düşünün ki bir edebiyat aşığı, çocukluğundan beri Türk edebiyatına aşık bir çocuk için, kitaplarda okuduğu şairler karşısına oturuyor. Oturmak bir yana, şimdiki adı editörlük o zamanki adıyla müsahhihlik yaptığım için, ilk şiirlerini o zamanlarda çıkan ilk şiirlerini bana getiriyorlardı. İlk ben okuyorum. Şöyle bir şey anlatayım size, çok büyük bir olay aslında tabii bu, şimdi dergide her ay toplam üç ya da dört şiir basıyoruz. Bir veya iki tane hikâye basıyoruz. Geri kalanlar yazılardan oluşuyor. Bazen o kadar çok şiir geliyor ki, aynı ay içerisinde Ece Ayhan’ın son şiiri, Edip Cansever’in son şiiri, Behçet Necatigil’in son şiiri, Cemal Süreya’nın son şiiri, Turgut Uyar’ın son şiiri sırada bekliyor. Ben Doğan beye gidiyorum, diyorum ki; Doğan bey bunu ne yapacağız? Doğan bey; ’Kürşatcığım ben bilmiyorum. Sen koy, koyamadığını senin üzerine atacağım.’
Tipik Doğan Hızlan hoşluğu…
Nasıl yapacağız öyle bir şey. Hepsini basalım. Hepsini basamayız,diyor. Belli bir sayfamız var. O derece hoş bir ortam ve tabii bu ismini saydığım bütün ustalar, hayatta olanlara selamlar olsun, olmayanlara rahmet dileyelim. O kadar hoş büyük ustalardı ki gerçekten küçücük bir çocuğun onların şiirlerini okuyup ya da yazılarını okuyup düzeltmesine ses çıkarmadıkları gibi, benimle oturup çay içiyorlar, sohbet ediyorlar, beni yüreklendiriyorlar. Tabii bu çok büyük bir şans benim açımdan. Orada biz tabii sadece yazarları da değil, Türk sanatının da çok büyük isimlerini ağırlıyorduk. Ara Güler mesela bizim fotoğrafçımızdı dergide. Eşref Üren’den tut Cihat Burak’ a kadar, Türkiye’nin en iyi ressamları Mehmet Güleryüz’ler, hepsi gelirlerdi. Yine senin kuşağından herhalde genç ressamlar, mesela Bedri Baykam, Arzu Başaran onlar da gelirlerdi. Hatta yarışmalar düzenlerdik onlarla ilgili. Öyle bir ortamda büyümenin tabii çok büyük bir katkısı var.
Şiir yazdın mı hiç, yani denedin mi?
Ortaokul ve lise yıllarında denedim. O facialar inşallah birisinden çıkmaz diye ümit ediyorum. Hiç öyle bir yeteneğim yok. Hakikaten hiç öyle bir yeteneğim yok.
Orası çok ilginç bir yerdi. Tabii Doğan Hızlan’la çalışmak da öyle. Ben de birkaç ay orada çalışmıştım yanında. Orhan Pamuk'un o zaman romanı yeni çıkmıştı, ödül kazanmıştı, Cevdet Bey ve Oğulları. Fakat o zaman daha kitap satmıyor, çünkü tanınmıyor, kazanmış ama. Cağaloğlu’nun başında kardeşler vardır ya İran Konsolosluğu’nun orada kitap satarlar. Aldım okudum çok hoşuma gitti. Sonra Orhan Pamuk geldi Doğan Hızlan’ın yanına. Anlatıyor, konuşuyorlar falan. Tanıştırdı bizi. Orhan Pamuk, ödüllü dedi. Okudum, dedim. Bu da genç şair Haydar Ergülen falan dedi. Tanıştık. Dedi ki ben şiir yazıyorum. Hepinize göstereceğim. Ben bunu hiç unutmuyorum, peki dedim. Yıllar sonra, Nobel'i kazandıktan sonra bunu hatırlattım. Hala bekliyorum.Bunu niye sordum, çünkü senin kitaplarının adları, biraz önce saydığım, okurkenki kapıldığım duygu hani sanki şiirle hemhal olmuş bir yazar izlenimi veriyor. O yüzden acaba şiirle de bir temasın oldu mu, yazdın mı diye düşündüm. Çok şiir var kitaplarda.
Çok teşekkür ederim bunu söylediğin için. Aslında şunu söylemek gerekir; bana bazen sorarlar: ''Hangi romancılardan etkilendiniz?'' diye . Romancılardan çok şairlerden ve müzisyenlerden etkilenmişimdir. Annem edebiyat hocası, fakat evlenip çoluk çocuk yapınca edebiyat hocalığı yapamamış. Tahmin edersiniz ki bir öğretmen öğretmenlik yapamayınca ne yapar? Bizim üstümüzden çıkartır doğal olarak. Ben daha küçücük çocuktum, ilkokulda Han Duvarları’nı ezberden okurdum beş sayfa. Bazı ukala ahbaplarımız derlerdi ki, çocuğum ezberlemişsin biliyor musun manasını? Onu da söylerdim, rezil olurlardı. Çünkü annem sabahtan akşama kadar bize onları okuturdu. Yahya Kemal'ler, Ahmet Haşim'ler. Hepsini okurdum.
- Var mı ezberinde?
Tabii ki var ama esas söyleyeceğim şu, Türk edebiyatında Türk şiirinin tabii çok daha eski bir geleneği var romandan, hikâyeden ve inanılmaz bir ses var. Şimdi benim müzisyenliğimle de bağlantılı olarak söyleyeceğim biraz bunu.
Yazdığım şeyde, her cümleyi okurken sese de dikkat ederim ben. Onunla çok uğraşırım. Biraz bu kadar uzun yazmamın sebeplerinden bir tanesi de o.Tabii şiir gerçekten çok zor bir şey ama ne de olsa kısa. Romanda bunu yapmak bayağı sıkıntılı bir iş. Ama o ses daima kulağındadır ve okurken de, bugün bir romanı okurken de o sese çok dikkat ederim. Ve o sesi duymazsam o romanı sevmem. Bana normal anlatılmış, düzyazı ile yazılmış bir roman hiçbir şey ifade etmez. Bana göre iyi çekilmiş bir film gibi bir şeydir. Bir edebiyat eseri değil. Bir romanı okuduğum zaman, bir kitabı okuduğum zaman o sesi hissetmek isterim. Edebiyatın size verdiği gerçek haz bence odur. Bir müziği dinlemeniz gibi bir şeydir. O açıdan şiirle benim çok eski bir hemhal oluşum var ama belki de o kadar saygımdan dolayı şiir yazamıyorum, yazmıyorum.
Tam hangi şairlerden etkilendin, diye soracaktım. Zaten sen söylemiş oldun. Eğitiminin veya felsefe eğitiminin herhalde kitaplarına da bir yansıması oldu diye düşünüyorum. Çünkü özellikle bu romanda, Yaz romanında o kadar çok soru var ki kitapta, düşünceler, felsefe, felsefi düşünceler … Bunlar tabii çok ağır biçimde değil ama romana yedirilmiş biçiminde sürekli olarak karşımıza çıkıyor. Başka kitaplarında da vardı ama bu kitapta da çok yoğun bir biçimde var. Eğitiminin de romanlarına o anlamda bir katkısı var ya da oradan esinlenmiş diye düşünüyorum. Bu kadar sorgulama, bu kadar hesaplaşma, yüzleşme…Ve bunların felsefi arka planları var.
Şimdi ilk bu Kış İkindisinin Evinde’yi yazdığım zamanlarda o öyküleri yazdığım zamanlarda çok küçüktüm. 17 ile 20 yaşları arasındaydım.
Kitap çıktığında kaç yaşındaydın?
24 yaşındaydım. Ama hikâyeler daha önce yazılmıştı aslında. Tabii o dönemde sen de çok iyi hatırlayacaksın Türk edebiyatında; köy edebiyatının, toplumcu gerçekçiliğin, sol akımın çok yoğun olduğu bir dönemdi. Türk edebiyatında bireycilikle, Türkiye’nin toplumsal sorunlarından uzak kalmakla suçlanıp küsmüş veya biraz hakkı yenmiş birçok yazar vardır. Bilge Karasu, Sevim Burak, Leyla Erbil, Yusuf Atılgan, Güven Turan, Vüs'at O. Bener gibi. Çok çok iyi edebiyatçılardı. Küsmüşlerdi o zaman. Ve ben bu kitabın çıkması sürecinde çok da hevesli değildim, biraz arkadaşlarımın desteği oldu. Hani var ya güzellik yarışmalarında ‘ailem istiyordu’, biraz hakikaten öyle bir şey oldu. Diyorum ki, bu, şu anda Türkiye’de insanların ilgisini pek çekebilecek bir kitap değil. Dolayısıyla bunu basmayalım, yayımlamayalım falan diyordum hatta onun için de birkaç sene bekledi kitap. Sonra basıldı, çıktı. Şimdi şunu düşünüyorum aslında, bu felsefe eğitimiyle de bağlantılı olarak söyleyeceğim bunu, bu kitabı yazarken fark ettim. Bütün kitaplarımda beni hep şu ilgilendirdi, okuduğum kitaplarda da o ilgilendirdi: insanların ruhsal derinliği… Çünkü hepimiz aslında birbirimizi bir şeye benzetiyoruz. Kendimizi de bir şeye benzetiyoruz. Bu bize verilen öğretiyle ilgili, eğitimle ilgili, geleneklerle ilgili falan filan. Bütün dünyada var bu. Kılık kıyafetimizden, gözlükten, sakaldan, tipten, renkten filan hepimizin birbirleriyle ilgili birtakım fikirleri var. Ama aslında herkes tek başına eşsiz birisi. Ve onun aslında çok acayip bir ruhsal derinliği var.Ve ben hep sevdiğim romanlarda o ruhsal derinliği ararım. Mesela biraz önce Yusuf Atılgan dedim. Onun karakterinde, çok alakasız, çok sıradan, taşralı herhangi bir karakteri anlatırken bile o derinlik hissedilir. Ben o tür romanları sevdim hep. Böyle çok bana klişe birtakım olayları anlatan veya olay akışını takip eden; ‘bunun sonunda ne olacak acaba, adam oğlanı öldürecek mi?’ falan tarzi romanları okurum ama çok da bayılmam edebiyat olarak. Galiba onu yapmak istemişim burada, bu bütün kitaplara baktığımda o derinliği yakalamaya çalıştım daha çok. Hem kendi içimdeki bir mesele bu, hem de başkalarına bakışta… Çok uzatıyorsam söyle. 30 sorum var dedin ama beş soruda bitecek böyle giderse.
Hayır hayır. Sen bazılarına cevap veriyorsun zaten.
Ben aslında hep kendi istediğim ve kendi hissettiğim şeyi yazmaya çalıştım. Onun dışında hiçbir şey beni çok ilgilendirmedi. Konjonktür veya ne satar, nasıl bir şey yazsak ne satar gibi şeylerle hiç ilgilenmedim. Edebiyat benim için hobi gibi bir şey oldu aslında. Gerçekten kendimi bir yazar olarak hissettim her zaman ama onu hiçbir zaman profesyonel olarak düşünmedim. Düşünmek de istemedim hatta çok yazar bana kızdı bunu söylediğimde. Yazarlık bir meslek olmamalı dedim. Bana çok kızdılar. Efendim tabii sen gazetecisin, keyfin yerinde falan dediler. Ama yani ben yıllarca başka işlerden para kazanıp, bu kitapları finanse ettim açıkçası. Ki böyle canımın istediğini yazayım diye. Kendi kendime çok eskiden verilmiş bir sözüm var. Onu yerine getirmeye çalışıyorum. Ne olursa olsun sadece kendi istediğim şeyi yazmak istedim ve onu da yazdım.
Hiçbir zaman döneme uygun olarak, yani dönemin beklentilerine uygun romanlar yazmadın.
Tutturamadık belki de.
Tutturamadın. Son yirmi beş yılın Türk romanına baktığımız zaman, farklı yazarlar tarafından aynı konuların, aynı meselelerin ele alındığı romanlar yazıldığını görüyoruz. İki yılda bir roman yazmak, yani Türkiye’nin çeşitli meselerine dair romanlar yazmak ve farklı kişiler tarafından yazılması çok alıştığımız bir şey. Çok da kolay tüketilen bir şey. Zaten meseleyi biliyoruz. Hepimizin bildiği bir şey. Onun üzerinden giderek roman yazmak herhalde pek zor olmamalı ama senin için de herhalde bu yirmi beş yılda gündemin bir yandan dışında kalarak, buna bulaşmadan roman yazmak da pek kolay olmamış olmalı. Sadece kendi istediklerini yazmak da pek kolay bir şey değil böyle bir ortamda.
Yani şöyle bir şey aslında, bunu da sakın yanlış anlama kimseyi eleştirmek için söylemiyorum bunu yani tabii ki öyle de roman yazılabilir. Onlar öyle hissediyor ve yazıyorlar. Bir keresinde bir şey söylemiştim; Türkiye’de taammüden roman yazılıyor, diye. Çok kızdı yazar dostlarım bana yine o zaman. Artık daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Taammüden roman demek şu demek yani; zoraki bir şey yazıyorsunuz. Şöyle düşünüyorsunuz, mesela Türkiye’de şu an ne yazsam insanların ilgisini çeker? Şimdi yapıyorlar ya, başörtülü kızla Robert Kolejli çocuğun aşkı filan. Veyahut Ermeni meselesi, gelecek sene daha da gündemde olacak.
Alevi meselesi, Kürt meselesi…
Evet bunlar hep Türkiye’nin kaşınan meseleleri ve ilgi çeken meseleleri. Tabii ki yazılması da gerekir. Ben hep şöyle düşündüm, mesele şu aslında samimi olarak hissedersem yazarım. Ama hissetmediğimde de yani ille böyle bir şey yazayım diye bir şey yazmadım. Zor mu oldu diyeceksin, aslında zor olmadı. Çünkü mesela şimdi bu kitapla Başucumda Müzik arasında on bir yıl var. Şu açıdan zor oldu, tabii 11 yıl başka işler yapmam gerekti. Roman yazmak o kadar zor ki bana göre, diğer yaptığım bütün işler daha kolay geliyor bana. Onun için de biraz tembellikten dolayı çok da zor olmadı. Yazmadık çünkü neticede.
Şöyle bakışlar da vardır yazarlara, mesela Kürşat Başar aşkı yazıyor. Bana göre de aşkla yazıyor,tutkuyla yazıyor. Danimarkalı ünlü bir şair var. Türkçe’de de kitabı çıktı; Hendrik Nordbrandt, kitabının adı da Aşk Şiiridir Bütün Şiirler. Ben de buna katılıyorum aslında. Senin romanların için bile söyleyebiliriz bunu hatta, Kürşat Başar’ın romanları aşk şiiridir bile diyebiliriz.
Teşekkür ederim.
Böyle bir şey seni rahatsız ediyor mu? Dışarıdan bakınca aşk romanları yazan bir yazar profili.
Orada şöyle bir nüans var aslında, aşk romanı dediğimiz şeyle eğer İngilizcede ‘romans’ denilen şey kast ediliyorsa tabii o zaman bana biraz hakaret oluyor. Çünkü ‘romans’ dediğiniz şey beyaz dizi aslında. Çok çalakalem yazılan, çok şematik bir şey. Kaldı ki onu yazmak da mesele değil. Yazardık isteseydik. Haftada bir tane.
Haftada bir tane yazmak lazım zaten.
Ama tabii şimdi aşk romanından kastınız Anna Karenina’ysa , Madam Bovary ise o zaman da teşekkür ederim. Hoşuma gider tabii bu.
Ben zaten aşkla yazıyor dedim.
Öyle bir şey söylenmesinden rahatsız olmam tabii.
Bir de biraz once söylediğin bir şey, ‘hissetmesem yazmam, ben bunları özel olarak yazıyorum ve finanse ediyorum.’ diyorsun ya bir yandan da, ya da şimdi gerçekten iki yılda bir yazman gerekiyordu ama sen 11 yıl ara vererek yazdın ve istediğin şeyi yazmış oldun sonunda. Baştan beri mesela, Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum kitabından beri çok yakın tanıdığın insanları, çevreleri yazmış gibisin. Onları da fazla çoğaltmadan. Romanlarından isimler Selin, Nevit. Başka romanlarında da var. Başka romanlarında da devam eden şeyler, karakterler. Bu kitapta da aslında çok fazla kişi yok, karakter yok. Dayı var, amca var, babaanne. Çok özel bir şeyin var sanki, karakter koleksiyonu diyeceğim bir şey. Çok dışa açılmamışsın, hep onları yazmayı sürdürmüşsün. Bu kitapta otobiyografik öğeler çok fazla sanıyorum, göndermeler çok fazla ama diğer kitaplarından da çok uzaklaşmadan kendinden, çevrenden, arkadaşlarından, tanıdıklarından… Böyle şeyler yazmayı başarmışsın ve bunu sürdürmüşsün. Çok kolay bir şey değil bu.
Başladığım nokta da öyleydi. Küçük bir kozanın içerisinde gelişiyor şeyler. Bu aslında demin hani bir kişinin ruhsal derinliğinden söz ettim. Bir insanla ilgili, en yakın, en iyi tanıdığınız insanla ilgili bile her şeyi bildiğinizi zannedebilirsiniz ama onun belleğinin içinde ne olduğunu sadece kendisi bilir, hatta bazen kendisi bile bilmeyebilir. Bütün o büyük evren, aslında o kadar küçük bir yerde oluşuyor. Çünkü sizin algıladığınıza göre dünya oluşuyor. Öyle bir atmosferde geçti aslında bütün hikâyeler. Öyle yapmak da istedim. Demin William Faulkner örneğini vermiştim. Onun biliyorsun Yoknapatawpha diye bir hayali ülkesi vardır. Bütün kahramanlar orada yaşar ama aslında bize bütün dünyadaki şeyleri simgeler, tıpkı Marquez’in romanlarında da olduğu gibi. Belki benimki o kadar büyük bir çevre değil, daha dar, daha küçük bir şey. Çünkü biz tabii daha genç bir kuşağız. Ve bizim kuşağımızda artık Dostoyevski'nin, Shakespeare'inki gibi bir dünya söz konusu değil. Daha küçüldü, minimal oldu hikâyeler, olaylar, yaşananlar. Ama onun içerisinde, belli bir kozanın içerisinde kalmak istedim ben Çünkü sonuçta ben bir gazeteciyim ve doğal olarak çok fazla şey biriktirdim bütün bu otuz yıllık gazetecilik hayatımda. Çok fazla bildiğim konu var aslında. Hem Türkiye’de, hem yakın coğrafyada.
Bunlarla ilgili de çok fazla şey yazılabilir. Yazabilirdim de belki çok tembel olmasaydım. Fakat bu edebiyatın içerisinde, bu kozanın içerisinde kalmayı tercih ettim. Çünkü onu seviyorum ve öyle olsun istedim. Biraz aslında örnek aldığım yazarlar, Bilge Karasu gibi, Sevim Burak gibi, Leyla Erbil gibi, demin de sözünü ettiğim bazı yazarlar gibi… O dünyanın içerisinde. Hatta Oğuz Atay’ı da katabilirim onların içerisine. O da aslında çok belli bir dünya içerisinde yazar. Ben de öyle kendime ait bir dünya olsun istedim. Müzikten de söz ettik. Birazdan da çalmaya gideceğiz. Mesela çalarken ben hep şuna dikkat ederim müzisyenlerde, dinlediğim zaman ne olduğunu bilmediğim birisi dinlediğim zaman, piyanist dinlediğim zaman, aa bu Chick Corea, Keith Jarrett, Bill Evans demeyi isterim. Onun olağanüstü çalması beni çok ilgilendirmez. Kendi gibi çalıyor olması beni daha çok ilgilendirir. O hoşuma gider benim, onda öyle bir özellik olması hoşuma gider. Ben de onu istedim, Türkiye’nin en büyük yazarlarından biri olayım, bütün ödülleri alayım falan gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman. İşte olsaydı belki zaten 500-600 sayfalık on kitap bu arada yazardık. Öyle bir derdim olmadı hiçbir zaman ben kendi şeyimi yaratmak istedim her zaman. Buradan bir cümle okuduğunuz zaman, bu Kürşat Başar cümlesi demenizi istedim açıkçası. O hoşuma gider.
Ama zaten ilk kitaptan itibaren kitaplarında çok fazla aforizmalar var. Ben çok cümlenin altını çizdim. Hatta böyle birkaç dize de yazdım ben de senden etkilenerek. Sen hep şairlerden etkilenecek değilsin ya, ben de romanlarından etkilenerek yazdım.
Bu kadar iyi bir şair böyle bir şey yapıyorsa şeref duyarım. Çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.Şimdi saydığım isimler bizim edebiyatımızın avangard, öncü isimleri, yalnız isimleri. Bilge Karasu, Leyla Erbil ve Sevim Burak. O zaman tabii tanışmıştın değil mi? Gösteri dergisineye geliyorlar mıydı?
Çok yakından tanırım.
Yusuf Atılgan, Vüs'at O. Bener, Oğuz Atay. Oğuz Atay’ı tanımadık hiçbirimiz ama. Tabii sen şanslı bir yazar oldun. Onların çoğu sonradan okundu biliyorsun. Sevim Burak okunuyor. Yusuf Atılgan okunuyor artık. Bilge Karasu biliniyor. Oğuz Atay zaten artık başka bir şey oldu, kült oldu ama senin daha ilk kitabın Kış İkindisinin Evinde çok okunan, çok beğenilen, çok sevilen bir kitap olmuştu. Şahsen benim, bunu bir yerde söyledim mi bilmiyorum ama bazen böyle soruşturmalar yapılıyor ya, Türk edebiyatında en beğendiğiniz kitap isimleri. Ben ona yanıt verdim mi vermedim mi, hatırlamıyorum. Ama Kış İkindisinin Evinde’dir benim en beğendiğim kitap adı, içinde kış var, ikindi var, ev var. Ayrı ayrı da güzel. Bir araya gelince de tam bir şiir duygusu. Kitap da çok güzel ama dediğim gibi adı en sevdiğim.
Teşekkür ederim.