Bu yazıyı Leyla Erbil’in anısına yazdım.
Olivier Assayas’ın “Mayıstan Sonra” (Aprés Mai) adlı son filmi 2012’de Venedik’te en iyi senaryo ödülünü alınca, Aaa ne güzel, bu adamı severim demiştim.
Ama şimdi, Gezi’den sonra, Taksim’den sonra, Leyla Erbil’den sonra, “Mayıstan Sonra” filmine başka gözle baktım.
Daha henüz, taze yaşadığımız olaylara beklenmedik bir ışık tutan bu film zihnimde çığ gibi yeni bağlantılar, peşpeşe sorular uyandırdı.
Aynı sıralarda Leyla Erbil’in ölümünden önce yayımlanan son kitabı, Tuhaf Bir Erkek romanını bitirdim, bazı pasajlar sanki kehanetti, tekrar eden rüyalar gibiydi, ruhumdaki çığ heyelana dönüştü.
“Dada” ruhu herhalde bir süre Taksim’de dolaştı, diye düşündüm.
Sitüasyonizm zengin mirasıyla hala yaşıyor, dedim.
Şehirci aktivizm galiba gündelik hayatta devrim yapmanın yeni biçimi.
Filmde anlatılan, 68 Paris ayaklanmasından sonra kendilerine yeni ufuk, yeni hayat yolları arayan gençlerin öyküsü, Gezi’den sonra nereye gidiyoruz sorusuna bağlandı.
Sitüasyonizm/Durumculuk hareketi 68 ayaklanmasına hayat veren bir felsefeydi, diye hatırladım.
Leyla Erbil’in eleştirel duruşuna yakışır diye düşündüm. Direniş ruhunun sürekli tazelenmesi, diri tutulması, onun isyancı bakışına denk düşer diye düşündüm.
Sitüasyonizm, direnişin bir dönemdeki adıydı ne de olsa.
Modern, sanayi-sonrası toplumun kaçınılmaz şekilde baskıcı olduğu bilinci ve nasıl karşı durulacağının yaratıcı yöntemleriydi o hareketi tanımlayan.
Leyla Erbil de bir nevi sitüasyonist yazardı. Dramatik iç monologlarla, sıradan hayatın yüzeyindeki durgun suları karıştıran katmanlı eleştirel sesi, Taksim’den yükselen sloganlara uyardı doğrusu.
Son romanı daha da ileriye gidip, adeta olayları haber veriyordu, yaşadığımız döngüleri derinden yakalamış bir sesle.
Olivier Assayas’ın aynı döngülere bakan son filmi ise, bu olaylara doğrudan anlam katıyor. İsyan yaptık, meydanlarda toplandık, biber gazı yedik, direndik, şimdi ne olacak? Buradan nereye gideceğiz?
Bugünkü arayışımızın neredeyse aynısını 1971-72 yıllarındaki haliyle yansıtıyor Assayas. Yarı otobiyografik bir film yapmış bu sefer.
Guy Debord gibi felsefecilerin önayak olduğu Sitüasyonist akımını, dolaylı olarak ele alıyor filmde.
Guy Debord, “Gösteri Toplumu” kitabıyla ün yapmış bir düşünür.
Çağımızda her şeyin, tüketimin, siyasetin, hatta iletişimin bile medyalaştığı, imal edildiği, sahteleştiği görüşünde.
Bugünün en önemli farkı olan sosyal medyayı nasıl değerlendirirdi çok merak ediyorum. Hem heyecanlanır, hem de kolaylıkları yanında tuzaklarına işaret ederdi eminim.
Yapaylık ve sahtelik kabuğunu kıracak, hayatımızda sahicilik üretecek eylemler önermişti Debord ve arkadaşları.
İşte o yöntemleri benimseyen, sahiciliği arayan gençlerin öyküsü var “Mayıstan Sonra” filminde.
’68 Mayısı’ndan hemen sonra, o ayaklanmada ortaya çıkan yenileşme umudunun, kapitalizmle dalga geçen mizahın, bütün o taze enerjinin nasıl bir geleceğe yöneleceği sorusu, genç bir adamın öyküsünde hayat buluyor.
Assayas’ın ‘alter ego’su Gilles, sanatçı ve idealist bir genç adam, daha lisedeyken aktivist olmuş, Gençlik Kurtuluş Cephesi bildirileri dağıtıyor.
Sonra birden büyük ve dramatik bir olaya tanık oluyor: Tarih 9 Şubat 1971, yer Paris’te Clichy Meydanı.
Hapisteki Mao’cular siyasi tutuklu sayılsın diye miting yapılacak, toplantı yasaklanıyor ama millet gene de toplanıyor meydanda. Sertliğiyle tanınmış Fransız toplum polisi CRS vahşice saldırıyor.
Muşamba trençkotlu, kalkanlı, gaz maskeli, robot benzeri polisler gençleri copla dövüyor, sokakları biber gazı bulutları kaplıyor. Gaz kapsülü isabet eden bir genç tek gözünü kaybediyor.
Toplantılar, bildiriler birbirini izliyor. Okulda bekçilere atılan molotof kokteylleri, duvara asılan afişler, grafitiler, polisle yaşanan kovalamaca.
Kahramanımız kaçmak zorunda.
En yakın arkadaşıyla bir ajit-prop sinema ekibinin peşinden İtalya’ya gidiyorlar, karşılarına genç kızlar ve aşk çıkıyor.
Mistik görüşlü bir kıza tutulan arkadaşı Katmandu’ya doğru yola çıkıyor. Gilles’in aşık olduğu kız ise onu uyuşturucunun ve çılgın partilerin dünyasına çekiyor.
Bu yollardan her birinin, kısır politikadan farksız, çıkmaz yollar olduğunu anlaması uzun sürmüyor.
Sonunda rastlantılar onu Londra’ya götürüyor ve kendini sinemacı olarak çalışırken buluyor. Yaşadığı çelişkileri çözümleyebileceği bir açılım buluyor.
Film biterken elinde gördüğümüz, Guy Debord imzalı, Sitüasyonist Enternasyonal’in sonunu haber veren tezler, belki bir dönemin de sonunu haber veriyor.
Ama ne çok insanın kaderi ideolojik inançların peşinde sönüyor o arada, kaç arkadaşı yolunu kaybediyor, düş kırıklığına uğruyor.
68 Mayısı’nın o baş döndürücü ivmesi bir daha yakalanabilir miydi? O uçucu özgürlük anını bir kez daha ele geçirmek mümkün müydü? Hayatın her yönüyle yeniden icat edilebileceği duygusunu tekrar tadabilirler miydi?
Bütün yolların onlara açıldığı, her şeyin mümkün göründüğü o büyülü zaman, geri dönebilir miydi? Bunlar şimdi de, Gezi eylemlerinden sonra kendimize sorduğumuz sorular.
Olivier Assayas, bu filme adeta eşlik eden 2005 tarihli bir de kitap yayınlamıştı. “Mayıs Sonrasında Bir Yeniyetme – Alice Debord’a Mektup” adlı bu kitapta, gençliğini hatırlıyor.
O günkü ergenlerin kendilerini yeni bir dünyaya götürecek yolları nasıl aradığını anlatıyor. Düş kırıklığını sarsıcı şekilde ifade etmiş:
“Yeni bir hayat, yeni bir ufuk vaat eden her şey sonunda siper savaşına dönüştü, bütün değerlerin yenileneceği, dünyanın alt üst olacağı beklentisi söndü.
Yenilik yerine katlanmak geldi, yerimizde sayıyorduk, ama ilerliyormuşuz gibi yapıyorduk.”
Assayas’ı sonunda Sitüasyonizm kurtarmış; tam yok olmak üzereyken keşfettiği bu hareketin direnişçi mirası ona yeni bir yol açmış. Öyle sanıyorum ki aynı miras, Gezi Parkı’nda ve Taksim olaylarında, bize de olası yeni yollar gösterdi.
Sokak tiyatrosu mu? En iyisini yaptık. Sanatı hapsedildiği galeri ve fuar köşelerinden çıkartıp toplumu doğrudan etkileyecek bir eyleme dönüştürmek mi? Aynen öyle oldu. Sitüasyonizm, sanatın aktif, müdahaleci yanını ilk vurgulayan hareketti.
Ana akım medyayı geride bırakmak mı, reklamla ve satışla alay etmek mi? En güzelini gerçekleştirdik.
Şehirdeki mekânları araçsallıktan kurtarıp oyun alanına çevirmek mi? Gezi Parkı ve Taksim meydanı bunun en etkileyici örneğiydi.
Gündelik yaşamın donuk kalıplarına mesafe alıp duygularımızı harekete geçiren “durumlar” yaratmak mı? Bunların yakın tarihteki en ilginç biçimlerini keşfettik.
İnsan zihniyle şehir arasında karşılıklı, canlı etkileşim kurmak mı? Şaşırtıcı örnekleri yaşandı.
Şehir dinamik bir metinse, onu hem yazan hem de eleştirel okuyan aktörler olmak, pasif izleyici olmaktan çıkıp doğrudan oyuncular olmak mı?
Hepimiz oradaydık.
Rutinden çıkış, günlük yaşamda devrim, yabancılaşmayı aşmak mı? İnanılmaz deneyimler geçirdik bunu gerçekleştiren. Her yer performans mekanıydı, herkes oyuncuydu.
Bunların hepsi büyük bir bilinçle yapılmış olmayabilir, ama hepsi oldu. Hayat yenilendi, topluca yaşamayı denedik, kamusal mekanı paylaşmanın ve dönüştürmenin yeni yollarını öğrendik.
Olmadık insanlarla yan yana geldik. Ne kadar görgüsüzmüşüz şehir hayatında. Görgümüz arttı. Bir izi kalacaktır eminim. Assayas’ın filmi de geleceğe kalacak izleri sürüyor zaten.
Yukarıda saydığım eylem biçimlerinin her biri Sitüasyonist hareket tarafından, kapitalizmin ve sanayi sonrası toplumun baskıcı ve yabancılaştırıcı donukluğuna karşı önerilmiş yöntemler.
O yöntemlerin mirasçısı olarak gençlik bugün dünyayı saran, küresel kalkışma ve protestolarda ‘flaş mob’lar oluşturuyor, şehir oyunları icat ediyor, yeni şehir ritüelleri yaratıyor, barışçı direniş ve isyan yolları icat ediyor, mizahla mücadele ediyor, dili yeniden icat ediyor.
Tren istasyonlarında konser, meydanlarda konser, hsokakta birbirine sarılma eylemleri, işgal eylemleri, aşıkların isimleri yazılı asma kilitleri parmaklıklara dizmeler, günümüzün bütün etkileşim, işbirliği ve
dayanışma deneyleri o mirasın devamı.
Bütüncül şehircilik mesela; sanatın ve teknolojinin sentezi. Mimariye araçsal, işlevsel yaklaşmadan, Euclid geometrisine dayalı eski, köşeli bakışı bırakmak, mimari mekanları her an değişebilir, akışkan hale getirmek. Halkın istediği şekilde dönüştürülebilir kılmak.
Böyle bir mini Ütopya da tasarlamıştı Sitüasyonizm.
Buradaki amaç, öyle durumlar ve ortamlar yaratmak ki, orada sahici arzular uyansın ve o arzuların peşine düşmek için yollar aransın. Hayata neşe ve eğlence girsin.
Hayatı bir serüven gibi tatmak duygusu, gündelik yaşamın özgürleşmesi, hayatımıza deneysel bakabilmek ve bu arzuların gerçekleşmesine destek olabilecek geçici mekanlar, birliktelikler üretmek. Gezi olaylarında hepsi vardı.
Assayas’ın filminde de, bu hareketin ilk denemeleri ve sonraki, yeni arayışların kıpırtıları fotoğraflanıyor. Filmde mekan sanki zamanın yerini almış. Her sahne özenle kurgulanmış, kendi başına birer öykü gibi, sanki çizgi roman.
Gezi olaylarından ve polis vahşetinden sonra, “Duran Adam” eylemi başladığında, Taksim’de ve her yerde insanlar kitap okumaya başlamıştı, polisler bile kitap okuyordu, tuhaf sahneler yaşamıştık.
Şimdi Leyla Erbil’in son kitabını, Tuhaf Bir Erkek romanını, kişiden kişiye atlayarak, bayrak yarışı gibi şehirde topluca okuduğumuzu hayal ettim. Böyle bir sokak tiyatrosu düşündüm. Bir zincir kurup yüksek sesle pasajlar okusak dedim, sırayla. Onun sesini takınıp seslenelim şehire ve birbirimize.
Daha çok yeni, Nisan 2013’te çıkan bu garip şiir-romanda hayatını hikaye eden yaşlı kadın sesi, her satırda gençleşiyor, zamansızlaşıyor ve Gezi olaylarının bence özeti olan gerçeği bir şekilde damıtıyor: Kişisel olan politik olandır.
Leyla Erbil’in romanlarında “gorgo” adını verdiği, her dönemde yeniden ortaya çıkan bir diktatör figürü vardır. Oradan bir pasajla örnek vereyim:
dayanışma deneyleri o mirasın devamı.
Bütüncül şehircilik mesela; sanatın ve teknolojinin sentezi. Mimariye araçsal, işlevsel yaklaşmadan, Euclid geometrisine dayalı eski, köşeli bakışı bırakmak, mimari mekanları her an değişebilir, akışkan hale getirmek. Halkın istediği şekilde dönüştürülebilir kılmak.
Böyle bir mini Ütopya da tasarlamıştı Sitüasyonizm.
Buradaki amaç, öyle durumlar ve ortamlar yaratmak ki, orada sahici arzular uyansın ve o arzuların peşine düşmek için yollar aransın. Hayata neşe ve eğlence girsin.
Hayatı bir serüven gibi tatmak duygusu, gündelik yaşamın özgürleşmesi, hayatımıza deneysel bakabilmek ve bu arzuların gerçekleşmesine destek olabilecek geçici mekanlar, birliktelikler üretmek. Gezi olaylarında hepsi vardı.
Assayas’ın filminde de, bu hareketin ilk denemeleri ve sonraki, yeni arayışların kıpırtıları fotoğraflanıyor. Filmde mekan sanki zamanın yerini almış. Her sahne özenle kurgulanmış, kendi başına birer öykü gibi, sanki çizgi roman.
Gezi olaylarından ve polis vahşetinden sonra, “Duran Adam” eylemi başladığında, Taksim’de ve her yerde insanlar kitap okumaya başlamıştı, polisler bile kitap okuyordu, tuhaf sahneler yaşamıştık.
Şimdi Leyla Erbil’in son kitabını, Tuhaf Bir Erkek romanını, kişiden kişiye atlayarak, bayrak yarışı gibi şehirde topluca okuduğumuzu hayal ettim. Böyle bir sokak tiyatrosu düşündüm. Bir zincir kurup yüksek sesle pasajlar okusak dedim, sırayla. Onun sesini takınıp seslenelim şehire ve birbirimize.
Daha çok yeni, Nisan 2013’te çıkan bu garip şiir-romanda hayatını hikaye eden yaşlı kadın sesi, her satırda gençleşiyor, zamansızlaşıyor ve Gezi olaylarının bence özeti olan gerçeği bir şekilde damıtıyor: Kişisel olan politik olandır.
Leyla Erbil’in romanlarında “gorgo” adını verdiği, her dönemde yeniden ortaya çıkan bir diktatör figürü vardır. Oradan bir pasajla örnek vereyim:
dayanışma deneyleri o mirasın devamı.
Bütüncül şehircilik mesela; sanatın ve teknolojinin sentezi. Mimariye araçsal, işlevsel yaklaşmadan, Euclid geometrisine dayalı eski, köşeli bakışı bırakmak, mimari mekanları her an değişebilir, akışkan hale getirmek. Halkın istediği şekilde dönüştürülebilir kılmak.
Böyle bir mini Ütopya da tasarlamıştı Sitüasyonizm.
Buradaki amaç, öyle durumlar ve ortamlar yaratmak ki, orada sahici arzular uyansın ve o arzuların peşine düşmek için yollar aransın. Hayata neşe ve eğlence girsin.
Hayatı bir serüven gibi tatmak duygusu, gündelik yaşamın özgürleşmesi, hayatımıza deneysel bakabilmek ve bu arzuların gerçekleşmesine destek olabilecek geçici mekanlar, birliktelikler üretmek. Gezi olaylarında hepsi vardı.
Assayas’ın filminde de, bu hareketin ilk denemeleri ve sonraki, yeni arayışların kıpırtıları fotoğraflanıyor. Filmde mekan sanki zamanın yerini almış. Her sahne özenle kurgulanmış, kendi başına birer öykü gibi, sanki çizgi roman.
Gezi olaylarından ve polis vahşetinden sonra, “Duran Adam” eylemi başladığında, Taksim’de ve her yerde insanlar kitap okumaya başlamıştı, polisler bile kitap okuyordu, tuhaf sahneler yaşamıştık.
Şimdi Leyla Erbil’in son kitabını, Tuhaf Bir Erkek romanını, kişiden kişiye atlayarak, bayrak yarışı gibi şehirde topluca okuduğumuzu hayal ettim. Böyle bir sokak tiyatrosu düşündüm. Bir zincir kurup yüksek sesle pasajlar okusak dedim, sırayla. Onun sesini takınıp seslenelim şehire ve birbirimize.
Daha çok yeni, Nisan 2013’te çıkan bu garip şiir-romanda hayatını hikaye eden yaşlı kadın sesi, her satırda gençleşiyor, zamansızlaşıyor ve Gezi olaylarının bence özeti olan gerçeği bir şekilde damıtıyor: Kişisel olan politik olandır.
Leyla Erbil’in romanlarında “gorgo” adını verdiği, her dönemde yeniden ortaya çıkan bir diktatör figürü vardır. Oradan bir pasajla örnek vereyim: