Giriş
Ne kadar kültürlü olduğunu iddia edersen et, kaç tane üniversite bitirmiş olursan ol, yeğeninin ilkokul kitabını alıp, “Bu yıl ne okuyorsunuz?” diye sayfaları çevirmeye başladığında acı gerçekle karşılaşırsın.
Sen her ne kadar diferansiyel denklem çözebilsen de Katvan Muharebesi’nin tarihi senin için artık tarih olmuştur; ya da bütün gününü borsayı takip edip dünya ekonomisini izlemeye adamış olsan da Ege Denizi’nde yer alan 10 ada sayamazsın.
Sonra küçücük çocukla yaşını bir tutup, “Söyle bakalım İstanbul’un fethi ne zaman?” diye sorarak üste çıkmaya çalışırsın.
Daha da kötüsü lise müfredatı tabii. Sen yıllarca edebiyat derslerinin en parlak öğrencisi ol, okuduğun kitaplarla öğretmenlerinin gönlünde taht kur, Divan Edebiyatı’nın tüm nazım biçimlerini ezberle, üniversiteyi bitir, kendini yazıya ver, sonra bir gün sana “Eylül” romanının karakterleri sorulsun. Hımm “Eylül”… İlk psikolojik romanımız… Mehmet Rauf… Servet-i Fünun… Bu kadar!
“Eylül” bir roman değildir, bir liste maddesidir; Türk edebiyatının ilkleri listesinin. O listedeki kitapların içinde ne var ne yok bilmeyiz. Sadece yıllar sonra dizi olmuşlarsa “Yaa ne hikâye ama” deyip rahatlarız.
Lisede zorla okutulmaya çalışılan kitaplar oldu tabii: “Sinekli Bakkal”, “Semaver/Sarnıç”, “Teneke”…
Fransız ve Rus edebiyatından kendi seçtiğim kitapları elimden bırakamazdım. Bir elimde kitapla yemek yemeye çalışırken ağzımın yolunu bulamaz ama Yuri, Lara’yı nasıl bulacak diye merak ederdim.
Kitap ödev olduğunda ise sıkıcı, bitmek bilmez, sayfaları ikişer üçer atlanır hale gelirdi. Bu kıyımdan sağ çıkan tek kitap “Çalıkuşu”ydu herhalde. O da önceden okumuş olduğum için olabilir.
Sonuçta romana bu kadar meraklı olmama rağmen hiç dönüp de “Araba Sevdası diye bir roman vardı; orada bahsi geçen araba nasıldı acaba?” demedim. Ta ki dünya klasiklerine çok hâkimim diye övünürken Türk klasiklerinden bihaber olduğum gerçeğinin farkına varana kadar.
Şimdi elimde yine bir liste. Lisedeki listenin listesi… Bu sefer sınava girene kadar ezberlemek için değil, gerçekten okumak için.
Okuma maratonu başlasın! Kaldırımda yürürken, metroda, kafede lise yıllarınızdan adını hayal meyal hatırladığınız bir kitabı okuyan birini görürseniz, o benim.
İşte maraton listesi: 1. Parkur:
1) İlk yerli roman: “Taaşşuk’ı Tal’ât ve Fitnat”, Şemsettin Sami (1872-1873)
2) İlk realist roman: “Araba Sevdası”, Recaizade Mahmut Ekrem (1896)
3) İlk psikolojik roman: “Eylül”, Mehmet Rauf (1901)
4) İlk edebi roman: “İntibah”, Namık Kemal (1876)
5) İlk Batılı öyküler: “Küçük Şeyler”, Şemsipaşazade Sezai (1892)
6) İlk öyküler: “Kıssadan Hisse”, Ahmet Mithat Efendi (1878)
7) İlk tarihi roman: “Cezmi”, Namık Kemal (1880)
8) İlk kadın romancı: “Muhadarat”, Fatma Aliye Hanım
9) İlk natüralist roman: “Zehra”, Nabizade Nazım (1896)
10) İlk modern tiyatro: “Şair Evlenmesi”, Şinasi (1860)
Lisede Okumuş Olmam Gereken Kitaplar-1
Taaşşuk’ı Tal’ât Ve Fitnat (Talat Ve Fitnat’ın Aşkı)
Künye
Yazar: Şemsettin Sami
Tarih: 1872-1873
Özellik: İlk yerli roman
Arka Plan
“Talat ve Fitnat’ın Aşkı” basıldığında Şemsettin Sami 22 yaşında bir entelektüel. Dile yetenekli; Arapça, Yunanca, Farsça, Fransızca, İtalyanca ve Türkçe biliyor. Bir yandan memurluk yaparken diğer yandan edebiyat tarihimizin ilk Türkçe romanını yazıyor.
Osmanlı kültürel hayatında etkisi hissedilen Fransız esintisi, gündelik yaşamdaki âdetlerden sosyal alışkanlıklara, giyim kuşamdan sanata kadar dokunduğu her alanda izlerini bırakıyor. Fransız edebiyatından yapılan ilk çevirilerle beraber yeni bir yazım anlayışı kültürümüzle buluşuyor. Roman kelimesi Fransızca aslından olduğu gibi Türkçemize geçiyor.
12. yy.dan beri adım adım gelişen, Fransızların değişen yaşayış ve düşünüş şekillerinin bir aynası olan roman tekniği, şiir geleneğini benimsemiş bir kültür için yeni ve şaşırtıcı bir tür. Bu nedenle ilk roman örneklerinin teknik olarak hatalı ve içerik bakımından Batı etkisinde olması çok doğal.
O yıllarda roman, Türk kültürünün içinde doğal olarak evrilmeden, el yordamıyla üretilmeye çalışılmış. Buna rağmen ilk romandan bugüne, edebiyatımızdaki 142 yıllık kısa geçmişine baktığımızda bu türü hızla benimsediğimizi ve dünya edebiyat tarihine kalıcı eserler bıraktığımızı söyleyebiliriz.
1872-1873 yıllarında Şemsettin Sami ilk Türk romanını yazıp tefrika ederken Fransa’da Jules Verne “80 Günde Devr-i Âlem”i, Emile Zola “Paris’in Karnı”nı yayımladı. Rimbaud “Cehennemde Bir Mevsim” adlı şiir kitabını çıkardı.
Rusya’da Tolstoy’un “Anna Karenina”sı bölümler halinde basılmaya başlandı.
İngiltere’de Thomas Hardy, üçüncü kitabı “Bir Çift Mavi Göz”ü ilk defa kendi adını kullanarak yayımladı.
Almanya’da “Kapital”in ilk cildi yayımlandı (Karl Marx). Nietzsche, 28 yaşında sanat üzerine düşüncelerine yer verdiği ilk eseriyle dönemin akademisyenlerini ve düşünürlerini karşısına aldı.
Fazla Bilgi Göz Çikarmaz
• Şemsettin Sami , Galatasaray Spor kulübü’nün kurucusu Ali Sami Yen’in babasıdır.
• 54 yaşında öldüğünde Şemsettin Sami’den bize aralarında sözlük, ansiklopedi ve çevirilerin de yer aldığı 40’tan fazla eser kaldı.
• Taaşşuk’ı Tal’ât ve Fitnat”tan önce de yazılmış romanlar olduğu söylense de ilk Türk romanı olarak onu kabul ediyoruz.
Kitapta Bizi Neler Bekliyor?
İstanbul
Ne büyük bir keyif eski İstanbul tasvirlerini okumak. Mekânın kültürle iç içe geçişini, yaşayanların gelenekleriyle şekillenişini, değişimini görüyoruz. Sokak aralarından geçerken başımızı kaldırıp cumbalı evlere bakıyor, dükkânların içine göz atıyor, Eminönü’nden vapurla Üsküdar’a geçiyoruz.
Gerçek bir olaydan esinlenmiş bu hikâyede İstanbul arka planında aile sırlarını keşfediyor, aşk, eğitim, evlilik, aile gibi konular üzerinde düşünüyoruz.
Geçmiş, gelecek
Aşk hikâyemizin esas kahramanları Talat ve Fitnat’ı okurken, iç içe geçmiş hikâyelerde anne-babalarının aşk ve evlilik ilişkilerini öğreniyoruz. Bu bölümlerde Şemsettin Sami’nin kadınların toplumsal konumları, evlilik ve aile kurumlarına biçilen değerler üzerine yaptığı eleştirileri açıkça görüyoruz.
Ayrıca birbirine âşık bu iki gencin hikâyesinin aile geçmişleriyle ne kadar ilişkili olduğunu da bu bölümlerden anlıyoruz.
Kılık değiştirme
Annesini bebekken kaybeden Fitnat, üvey babası (Hacıbaba) tarafından 8 yaşına kadar okula gönderiliyor. Ondan sonra hikâyemizin geçtiği yıla, yani 14 (!) yaşına kadar evinden hiç dışarı çıkartılmıyor. Talat ise cumbadan yüzünü görüp âşık olduğu Fitnat’a yakın olabilmek için kadın kılığında onun yanına giriyor. Böylece birbirleriyle daha önce hiç konuşmamış Talat ve Fitnat, Talat Râgibe’ye dönüştüğünde sıkı fıkı arkadaş oluyorlar.
Biz okuyucular ve izleyiciler kılık değiştirme, dönüşme hikâyelerini severiz. Kendimizken elde edemediğimiz bir şey hızlı değişim sayesinde elde edilebilir olur. Ayrıca oyun her zaman heyecanı arttırır. Kılık değiştirmenin bedelleri, riskleri vardır. Burda kadın kılığına girmek aşk hikâyesini “var” edebilmenin dışında bir de empatik yaklaşım yaratıyor.
Râgibe sokakta yürürken peşine bir adam takılır, “ona işaretler eder.” Böylece Râgibe kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu üzerinde düşünür.
“ – Ah biçare kadınlar, neler çekerlermiş! Biz erkekler onları kukla mesabesinde kullanıyoruz. Yolda serbest ve rahat yürümelerine mâni oluyoruz. Bu ne rezalet! (…) Demek oluyor ki, biz karıları insan sırasına koymayız. Kendimizi eğlendirmek için onların ruhunu sıkarız.”
Trajedi
Bir domino taşına dokunmak gibi tek bir dokunuşla trajedi başlıyor.
Fitnat zorla başka bir adamla evlendiriliyor: Ali Bey.
Ali Bey Yunan tragedyalarındaki gibi evlendiği kadının önce kızı olduğunu öğrenir, sonra onu odasında intihar etmiş olarak bulur, bir anda karısının/kızının sıtma hastası âşığı kadın kılığında odaya girer, sevdiği kızın ölmek üzere olduğunu görünce kendini kaybederek düşer. Arka planda ağlaşan kadınlar… Fitnat ölür, Talat ölür, Fitnat’ın babası/kocası aklını kaybederek ölür. Talat’ın annesi ağlamaktan kör olur, Fitnat’ın dadısı üzüntüden ölür…
Sonuç
Kitabın başından beri tanışıklığım olan hemen hemen herkes öldü.
Hüzünle altını çizdiğim yerleri yeniden gözden geçirdim. Eski İstanbul’da kadın olmayı, aşık olmayı, dolaşmayı, nakış işlemeyi, tütün sarmayı, dadının masallarını dinlemeyi, Türkçe harfleri okumaya çalışmayı hayal etmek güzeldi.
Şemsettin Sami’nin kitap boyunca katman katman eleştirdiği “kadına bakış”ın günümüzde çok da büyük bir değişikliğe uğradığını düşünmüyorum. “Taaşşuk’ı Tal’ât Ve Fitnat”tan farklı olarak üniversiteye gidebiliyoruz (!), çalışabiliyoruz (!), sevdiğimiz kişiyle evlenebiliyoruz (!) ama hâlâ toplumsal iffet, mahrem yaklaşımı Hacıbaba bakışıyla devam ediyor.
Sonunu söyledim diye bana kızmayın, esas maharet hikâyede.
Sürecek. Sıradaki kitap “Araba Sevdası”.
Deniz Çakmakkaya, Saint-Benoit ve Yıldız Teknik Fransızca Mütercim Tercümanlık mezunu. Avrupa ve ABD’de aldığı eğitimlerden sonra İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Uygulamalı Psikoloji Yüksek Lisansına başladı. Çeşitli dergilerde freelance yazarlık ve çevirmenlik yapıyor. İki senedir Psikeart dergisinde çalışıyor.