Madrid
Özdemir İnce üstüne yazarken de, Ahmet Erhan’la ilgili yazarken de uzun uzun değindiğimi hatırlıyorum. Şimdi Ahmet’in ardından yazarken de aklıma geldi; Mersin’i iki şairle ve iki şiirle sevdim. Gitmeden, görmeden şiirle sevdiğim, böyle başka kentler de olmuş olabilir mi? Düşünüyorum. Çok uzun düşünürsem mutlaka üç beş şehir çıkar çıkmasına da, aklıma önce Madrid geliyor, elbette Nâzım Hikmet’in “Karanlıkta Kar Yağıyor” ve Attila İlhan’ın “No Pasaran” şiirlerinden dolayı. İkisini de bilirsiniz, unutulacak şiirlerden değildir, unutulacak gibi de değildir.
“Karanlıkta kar yağıyor/sen Madrid kapısındasın/karşında en güzel şeylerimizi/ümidi, hasreti, hürriyeti/ve çocukları öldüren bir ordu/…” Adeta ‘kar musikileri’ hissi veren bu şiiri Nâzım Hikmet, İspanya İç Savaşı’nda Franco faşizmine karşı “no pasaran” (geçit yok) diye haykıran La Pasionaria için yazmıştır. Asıl adı Dolores İbarruri olan bu Basklı komünist ve cumhuriyetçi kadın lider, 1960’dan sonra da İspanyol Komünist Partisi’nin genel sekreterliğini yaptı.
Attila İlhan’ın şiiri de La Pasionaria’nın radyodan haykırdığı “no pasaran”dan alır adını: “neden hep böyle gözümü yumsam akşam/Madrid kapısında yeniden/nöbet tutmaya dönüyorum/ dudağımda yepyeni ıslıklar bileniyor/…” Çok sevdiğim bu iki şiiri de burada anarken, onları okuduğum günlere gittim, 40 yıl önceye, lise öğrencisi olduğum günlere. O zamanlar coğrafya atlaslarına bakıp da uzun düşlere dalmazdım, dünyayı dolaşmak, uzaklara gitmek, keşifler yapmak gibi hayaller de kurmazdım. Demek ki bende yazar olmak, romancı olmak için gerekli düş gücü, hayal bilgisi ve keşif arzusu ta o günlerden beri yokmuş. Şimdi de yazmak için değil, gezmek için dolaşıyorum doğrusu.
Bu iki şiiri de sevmemin kuşkusuz siyasi bir nedeni var. İspanya İç Savaşı. Onun üzerine okumak, ondan dersler çıkarmak ve elbette faşizme karşı bu büyük direnişin hikâyesini değişik kaynaklardan okumak. 1917 Bolşevik Devrimi kadar ilgimi çekiyordu İspanya İç Savaşı. Ve Nâzım Hikmet’in 1937 sonunda ‘Madrid kapısındaki nöbetçi’ye “Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam/seni sevmekten başka bir şey yapamam” diye seslendiği bu savaşta çarpışmak isterdim. Uluslararası Tugay’a yazılmak ve onlarla birlikte ben de yenilmek isterdim. Yenilmek yenilenmek değil midir?
Madrid’in aklıma çakılması o zamanlardandır. Olmadığım zamanlardan. Yetişebilmeyi çok istediğim zamanlardan. Sonra okuduğum kitaplar, seyrettiğim filmler bana hep o duyguyu, derin bir keder ve giderilemez bir hayıflanmayla yaşattı, “keşke orada olsaydım”. Keşke orada ve onlardan biri olsaydım. Cumhuriyetçilerin safında faşistlere karşı dövüşşeydim, “ölsem eksiksiz ölürdüm”. Herhalde Attila İlhan’ın “Pia” şirindeki bu dize gibi ölürdüm ben de orada, 1936 Temmuz’undan 1939 Nisan’ına, İspanya’da, Madrid’de.
Madrid’i öyle özledim, öyle orada olmak istedim, orada yaşamak için değil, ölmek için istedim gençliğimde. Sonra herkes gibi ‘turist’ olarak gittim, ‘mağlup’ ya da ‘muzaffer’ olarak değil. Hikâyelerinden, şiirlerinden dolayı özlediğim başka kentler olmuş mudur, şimdi aklıma gelmiyor, mutlaka vardır, ama ilki Madrid’dir.
İkincisi Mersin’dir.
Mersin
İkinciler de birinciye sayılırmış. Asıl birinciler ikincilermiş. Artık teselli midir yoksa farklı tecrübelerden çılan bir ortak kabul müdür, pek önemi yok. Belki de bir his meselesi. Öyleyse biraz önce ilki Madrid, ikincisi Mersin’dir deyişimi retoriğe verin. Yazıyı kolaylaştıracak, okumaya heveslendirecek, bir küçücük ‘tecessüs’ uyandıracak bir oyun deyin. Ama doğrusunu isterseniz, Madrid o yıllarda uzaktan da uzak bir hayaldi, Mersin ise Akdeniz lirikleri içinde bir esmer şarkı gibi söylendikçe özlenip, özlendikçe söylenip duruyordu. O zamanlar Ahmet Erhan Mersin’de ya Akdeniz’in şiirini biriktiren bir çocuk olarak, bir ‘karaçocuk’ olarak siyah sözcükler seçiyor, yeterince koyu olmayanları birkaç gün ruhunda gezdiriyordu. Ya da Adana Demirspor’da top oynuyordu. Benim için her halükarda ikisi de Eskişehirspor’a sayılır, çünkü Adana Demirspor yabancımız değildir, ‘no pasaran’ diyenlerin safındadır, Mersin İdmanyurdu ise neredeyse kuruluş günlerinden itibaren Eskişehirspor’un kardeş takımıdır. Akdeniz’e kıyısı olmasa bile, herkesin Akdenizli bir kardeşi olmalı değil midir?
Mersin’i önce Özdemir İnce’yle sevdim, onun en çok sevdiğim şiirlerinden biri olan ve 1979 tarihli Rüzgâra Yazılıdır adlı şahane kitabında yer alan “Ben
Mersin’e Gittiğim Zaman” şiiriyle sevdim. Mersin ve Endülüs bu şiirde buluşmuş ve birbirlerine kardeş şehirler, kardeş şiirler olarak dizeler, dizelerin içinde hayatlar, hayatların içinde bahçeler, bahçelerin içinde portakal ağaçları, portakal ağaçlarının üstünde lacivert ve bol yıldızlı bir gökyüzü armağan ediyorlar gibidir. Bu şiirin bana verdiği artan duygu böyle bir şeydir: “Dönersem Mersin’e kışın giderim/ yanımda kitaplar sevdiğim ozanlardan/…/Dönersem Mersin’e yazın giderim/ buğday tanesi yere düştüğü zaman/yanımda “istersen burada kal” diyen biri/arkamda kumru ve havuz sesleri/…/Ben Mersin’e gittiğim zaman/kış sen de gel benimle/ bir yol aç bana geniş ve uzun/ kara servilerden portakal çiçeklerinden/…/Ben Mersin’e gittiğim zaman/sen de gel yaz benimle/ denizin pencerelerini göster/ balıkların adını yazdır bana/…/Ben Mersin’e gittiğim zaman/ bir portakal fidanım olacak /üzerinden kuşlar uçacak her sabah/ bazen bulutlar geçecek dağlara/ bir de badem ağacım olacak/…/Ben Mersin’e gittiğim zaman/ yüreğimden geçecek samanyolu”
Bu şiiri gönlümde, ruhumda, fikrimde, cebimde gezdirip durdum yıllarca. Bazen iyi şiirlerin şehirler üzerinde kötü etkisi vardır. O şiirle gidersiniz, gittiğiniz şehir şiirdeki şehir değildir ya da o şiirdeki şehri terk etmemek için asıl şehre gitmezsiniz… Derken Ahmet Erhan topa dalmayı bıraktı, şiire daldı, sonra da hep orada kaldı. Alacakaranlık, Akdeniz derken 1986’da, “Bu şiir Nâzım’ın Samansarısı’na giderek daha çok benziyor, benzesin” dediği, 6 bölümlük, uzun “Mersin” şiirini yazdı. Artık bu benim için ikinci davetti, gitmemek olmazdı. İlkin sevdiğim şair Özdemir İnce’nin şiiri çağırmıştı beni Mersin’e, şimdi de sevgili kardeşim Ahmet Erhan çağırıyordu. Onun bu şiire yazdığı yalnızca şu dize için bile gidebilirdim Mersin’e: “Bütün güzel insanları Mersin’e toplamak gibi bir gücüm olsaydı/Denizi sabah akşam turuncuya boyardım, varsın gökyüzü aynı rengiyle kalsın”.
Mersin’de bunlar olurken, ondan yüzlerce kilometre uzakta bulunan bir başka kentte, İstanbul’da, o sırada 30 yaşında olan bir adam, kaçtığı, ertelediği, geciktirdiği askerlik için bir adaya, Kıbrıs’a gidiyordu ve Kıbrıs’ın yolu da Mersin’den geçiyordu. Özdemir İnce, Ahmet Erhan deyip ‘romantik’ takılırken, uyması zorunlu olan bir başka çağrıyla işte sonunda Mersin’e gidecekti. Ağustos’un ortasında sanırım 10 saat süren bir otobüs yolculuğu yaparak vardım Mersin’e. Sabahtı ve Mersin güneş kokuyordu. Portakalın güneşe, güneşin portakala benzetilmesi herhalde Mersin’den dolayıdır. Uzun, sıcak, güneş kokan bir günün gecesinde Mersin’den kalkan bir feribotla yollandım Kıbrıs’ın liman kenti Magosa’ya.
Mersin’in şiirleri Mersin’den de güzeldi, ilkini yukarıda andım, “Ben Mersin’e Gittiğim Zaman”dı, bu kez de Ahmet Erhan’ın uzun şiirinden bölümler vardı yanımda. Bir portakalı soyar gibi. Bir mandalinayı dilimler gibi bölüm bölüm okuyordum onları: “Mersin’de bir çığlık gibi yankılanıp geçti çocukluğum/Portakal bahçeleri, Mersin İdmanyurdu maçları ve deniz arasında/Toprakla göğün ortasında bedenim gider gelirdi bir sarkaç gibi/Ona denizi sonradan ben ekledim/Ona bu acıyı, iç sıkıntısını ve nerden gelip nereye gideceğini unutmuş dizginsizliğini kalbimin/…/Göğün bittiği yerde Mersin başlayabilir/Suyun donma noktasında kaynar bir yerlerim/Kopan ilk fırtınada duvarlarım yıkılır/Var olan tek konuğunu da yitiren bir ev gibiyim/Aklımı taşlara çarparak ve yankısını da beynime ekleyerek…/Mersin yanlış çiziliyor bütün haritalarda/Mutluluk yanluş çiziliyor, yüreğin başını alıp gideceği bölgeler mutlaka belirtilmeli/…/Gökyüzüyle denizin iki dudağı arasında öksüz bir çığlık gibi büyüdü Mersin/Yağmur binlerce kez yağdı belki, sayamadım. Ama istesem yaşadığım yazları, kışları bulabilirim/…/Belleğimin elinden kurtarılacak bir şeyim kalmadı mı yoksa?/Güneş her gün kova burcuna girse de bu boşluğu mu taşıyacağım yaşamım boyunca?/Belki de Mersin haritasını yeniden çizmek düşüyor şimdi bana/Dünyanın bir tufan gününde ellerim titreyerek/Dağılmış cam kırıklarından bir yürek…/Yağmurların yağdığı bir Ankara akşamı/Mersin’in görüntüleri olur olmaz bir yerde Ankara’nın görüntülerine karışıyor/İkisini de sevdiğimi geç anladım/Mersin’de doğduğumu nasıl biliyorsam, adım gibi biliyorum Ankara’da öleceğimi/Her insanın gerçek kenti anılarının kentidir/Nüfus müdürlüklerini asıl insanın belleğine kurmalı…”
Özdemir İnce’nin ve Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın girişimiyle 2007’de başlatılan Mersin Kent Edebiyat Ödülü, Nezihe Meriç, Tahsin Yücel, Osman Şahin, Latife Tekin, Leyla Erbil ve Demir Özlü gibi Türk edebiyatının önde gelen, öncü yazarlarına verildi. Böylece Mersin kenti de her ödülle birlikte bir kez daha onurlandı. Bana kalırsa Ahmet Erhan da onların arasındadır, Mersin kenti Özdemir İnce gibi Ahmet Erhan’ın da şiirleriyle onurlandırılmıştır. Şiiri ve Mersin’i onurlandıran canım kardeşim Ahmet Erhan’a sevdiğim bütün kentlerin ödüllerini verecek gücüm olsaydı keşke. Başta da Eskişehir’in elbette. Tıpkı onun yukarıda andığım dizesindeki gibi.