Öncelikle uyarmam gerek: “Marslı” herkese önerebileceğim bir kitap değil. İnternette gördüğüm “çok rahat okunuyor”, “iki gecede bitti” gibi yorumlar beni şaşırtıyor. Üstelik bu yorumların çoğu daha önce bilimkurguya nadiren bulaşmış okurlardan geliyor. Şahsen söylemeliyim ki, az çok bilimkurgu okulundan geçmiş biri olarak pek kolay okumadım Marslı’yı. Karşımızda katı bilimkurgu ekolünden gelen bir roman var. Tam bir bilimkurgu ineği / nerd’ü kitabı da diyebiliriz. Hayatında ilk defa bilimkurgu okuyup “Marslı”ya bayılan arkadaşlara bir haberim var: Potansiyel değil, gerçek bir bilimkurgukolik olmanız kuvvetle ihtimal! Fakat diğer yandan “Solaris” gibi bilimkurgu başyapıtlarını es geçen okurların bu kitaba “yükselmesinin” sebepleri olmalı. Şimdi o sebeplerin izini sürmek istiyorum...
1. SIR: İLGİNÇ FİKİR: MARS’TA ROBINSON CRUSOE
Marslı, yakın bir gelecekte Mars’ta geçiyor. Mars’taki araştırma ekibi Dünya’ya dönmek üzereyken bir kum fırtınası yüzünden kaza geçiriyor. Kazadan kurtulmayı başaran astronotlar, botanikçi arkadaşları Mark Watney’nin öldüğünü düşünüyorlar ve cesedini Mars’ta bırakarak uzaya açılıyorlar. Aslında Watney kazayı sağ salim atlatmış durumda. Fakat iletişim şansı kalmadığı için yaşadığı bilgisini ekip arkadaşlarına veya NASA’ya ulaştıramıyor. Tek başına Mars’ta yaşamak zorunda kalıyor. Yazar Andy Weir’in da tanımlamasıyla “Marslı” aslında bir Robinson Crusoe öyküsü. Bir röportajında “Evet ‘Robinson Crusoe on Mars’ öyküsü bu, filmi bile var” diyerek gülüyor. Gerçekten de 1964 yapımı böyle bir z sınıfı bilimkurgu filmi var. (bkz: Resim 2)
Gerçi romanı okurken Robinson Cruose’dan daha çok MacGyver aklımdan geçti. (bkz: Resim 3) Hani 80’lerin meşhur dizisi. Bu dizide Richard Dean Anderson tüm zorluklardan kendine has buluşlarla kurtulan bir ajanı canlandırıyordu. Patatesten dinamit, makastan helikopter, gazozdan roket yapabilen (bu örnekleri şimdi attım ama benzer buluşlarla bu dizide gerçekten de karşılaşmıştık!) bir garip mucitti MacGyver. Mark Watney de böyle bir astronot. Hayatta kalmak için elinde kalan her şeyi kullanıyor, en ufak çerçöpten mucizeler yaratıyor, adeta yoktan var ediyor. Çöp torbalarından çadır, astronot kıyafetinden izolasyon maddesi, dışkısından gübre yapıyor. Watney’nin ilk işi Mars’ta tarım yapmak! Kırk dereden su getirerek Mars’ta patates üretmeyi başarıyor (Watney’nin tekniklerini Tarım Bakanımız okumalı, belki patates zamlarının önüne geçmek için İran’dan patates ithal etmekten daha etkili olur!). Kitabın bu bölümleri yer yer diyet kitabını andırıyor, kalorileri hesaplarken Canan Karatay okuduğunuzu sanabilirsiniz!
2. SIR: MARS MİZAHI
Beslenmenin ötesinde başka dertleri de var tabii Watney’nin. Çok daha teknik, astronotsal dertler. Watney roman boyunca sürekli olarak “bu defa bittim, birkaç güne oksijensiz / gıdasız / susuz / benzinsiz / güneşsiz kalarak ölürüm” tribine giriyor. Sonra birer birer engelleri aşıyor. Bu bölümlerde kitap bazen kimya ders kitabına, bazen bir arazi aracının kullanım kılavuzuna dönüşüyor. Okunması zor olan bu bölümlerde imdada Watney’nin esprili üslubu koşuyor.
Kitaptaki lezzetli mizaha dair bir örnek vereyim: NASA, Mark Watney’nin Mars’ta yaşadığını fark ediyor. NASA’da bilim insanları ve uzmanlar dertleşiyorlar. “Nasıl bir duygudur acaba? Orada tıkılmış kalmış. Yapayalnız olduğunu ve bizim ondan umudu kestiğimizi düşünüyor. Bu bir insanın psikolojisini nasıl etkiler? Acaba şu anda ne düşünüyordur?” diyor NASA’daki uzman. Sonraki paragrafta Mark Watney’nin ne düşündüğünü öğreniyoruz. İçinde mahsur kaldığı istasyonda Aquaman dizisini izleyen Watney günlüğüne şöyle yazıyor: “Aquaman nasıl oluyor da balinaları kontrol edebiliyor? Balinalar memeli! Zerre mantık yok.”
Romanda Mark Watney’nin karakteri hep bu muzip mizaçla kendini gösteriyor. Ölmek üzereyken astronot arkadaşının ona bıraktığı disko şarkılarına küfrediyor veya onu her türlü beladan mucizevi bir şekilde kurtaran koli bandına şükran duygularını abartılı hayranlıklarla dile getiriyor. (“Koli bandı sihirlidir ve ona tapınılması gerekir.”) En zor zamanında torunlarına o anı anlatsa nasıl anlatırdı onu düşlüyor: “Ben gençken bir kraterin kenarına kadar yürümem gerekti. Tepeye doğru hem de! Mars’ta diyorum velet! Duydun mu beni? Mars’ta!” Watney tıpkı yazarı Andy gibi tam bir nerd, 417 sayfalık ve bir o kadar gün süren “abazanlığı” boyunca sadece bir kere aklına kadınlar geliyor: “Dünya’ya dönersem, ünlü olacağım değil mi? Tüm zorluklara göğüs germiş korkusuz bir astronot olacağım, değil mi? Eminim kadınlar böyle bir şeyi severler.” Bu komik bölümler okurla karakterin özdeşleşmesini sağlıyor. Fakat karakterimiz yalnızlığıyla neredeyse hiç yüzleşmiyor. Koskoca gezegende tek başına kalmış bir insanın psikolojik hezeyanları, varoluşçu çıkmazları kitabın yazarı için çok büyük malzeme ve “edebi koz” olabilecekken Andy Weir ısrarla bunlardan kaçınıyor. Bir röportajında bu eleştiriyi “Düşünmedim değil. Ama sonra Watney’nin bir astronot olduğu aklıma geldi” diyerek yanıtlıyor. Mars’ta tek başına kalan bir astronot esprilerle dolu günlükler yazıyorsa, yer yer yalnızlığın da kitabını yazabilirdi diye düşünsem de Weir’in bu tercihinde başka türlü bir derinlik, incelenmeye değer bir kinizm bulduğumu söylemeliyim.
3. SIR: YAYIMLANMA ÖYKÜSÜ VEYA KIZILIN ELLİ TONU!
“Marslı”da benim asıl eleştirim romanın biçimiyle ilgili. Romanı okumaya başladığımda hakkında pek bilgim yoktu, o yüzden bu rahatsızlığımın kökenini bir türlü anlayamamıştım. Nedense bana bir roman okuyormuşum hissi vermiyordu. Sanki farklı zamanlarda yazılmış, gazetelerde yayımlanan tefrika tarzı öyküleri anımsatmıştı. Romanın nasıl çıktığını öğrendiğimde bu hisse boşuna kapılmadığımı anladım. “Marslı”, Andy Weir’in kendi internet sitesinde yazdığı bir blog aslında. Birkaç gün aralığıyla astronot Watney’nin günlüğünü kaleme alıyor Weir. Zamanla bu girişim kulaktan kulağa duyuluyor ve Weir’in Mars’ta mahsur kalmış astronotunun günlüğü daha çok kişi tarafından takip ediliyor. Blog bittiğinde (sanırım 2 sene kadar sürüyor) okurlar “Biz bunu tek parça halinde okumak istiyoruz” diyorlar. Bunun üzerine Andy Weir önce amatör bir şekilde eserini tek web sayfasında okunacak hale dönüştürüyor. Sonra talepler artıyor, “Biz bunu Kindle’da okumak istiyoruz, iPad’imize indirmek istiyoruz” diyorlar. Bu istekler çoğalınca Andy Weir Amazon’a girip bir e-kitap hazırlamak zorunda kalıyor. Bunu da Amazon’a, Amazon kurallarına göre olabilecek en ucuz etiket fiyatıyla yani 99 sent’e satın alınabilecek şekilde yüklüyor. E-kitap ilgi çekince hemen Crown Publishing yayınevi kitabın “hard cover” haklarını satın alıyor. Derken kitap bir fenomene dönüşüyor. 30 ülkede yayımlanıyor, birçoğunda bestseller oluyor.
İlginçtir, “Marslı”nın yayımlanma öyküsü ile “Gri’nin Elli Tonu”nun yayımlanması arasında şaşırtıcı benzerlikler var. Bilirsiniz, “Gri’nin Elli Tonu” aslında E. L. James’in internette yazdığı amatör bir roman. E. L. James isimli Twilight hayranı, bir Twilight “fan fiction” / “hayran kurgusu” sitesinde vampir Edward Cullen ile genç kız Bella’nın seks odaklı ilişkisini yazıyor. Hem de Blackberry marka telefonunda! Sonra kitap Twilight hayranları arasında sevilince bir yayıncı bestseller kokusu alıyor, karakterleri Twilight’tan koparıp yazsan da şunu bağımsız yayımlasak diyor... Hikâyenin gerisini biliyorsunuz… İki devam romanı yazılan, tüm zamanların en çok satan roman serilerinden biri. Filmi de çekilen, edebiyat namına utanç kaynağı bir seri… “Marslı” ile “Gri’nin Elli Tonu”nu yan yana anmak aslında Andy Weir’a büyük bir haksızlık. “Marslı”, edebi açıdan bir Salman Rushdie olmasa da “umutsuz ev kadınlarının sado mazo fantezi”lerinden çok daha derin anlamlar taşıyor. Yine de, zorlayıcı bir bilimkurgu kitabının sanal bir yolla kitlelerle buluştuğu gerçeği kolayca atlanabilecek bir gerçek değil.
Acaba e-kitap formatı ve sanal kitap okuma platformları edebiyatın yeni üretim ve tüketim sahası olabilir mi? Buna henüz yüksek sesle “Evet!” diyemiyorum. Çünkü araştırmalar dijital formatta okumanın verimli sonuç vermediğini gösteriyor. Popular Science’ın Ocak 2015 sayısında yayımlanan araştırma dijital ekrandan okunan metinlerin okurun zihninde daha az kaldığını ve okunan metinlerin somut bir kitaba oranla daha az anlaşıldığını ortaya koyuyor. “Somut kitap” okuyanlar sevdikleri cümleyi daha net hatırlamanın ötesinde cümlenin hangi sayfada, sol veya sağ, sayfanın hemen hemen neresinde bile olduğunu hatırlayabiliyorlar. Bunun sebebi beynimizin düşünme şekli. Somut kitap üç boyutlu olduğundan beynimiz harfleri birer nesne gibi algılayabiliyor. Sayfa çevirmek gibi hareketler ve kitaplarla yaşadığımız fiziksel temaslar okuduklarımızın aklımızda daha çok yer etmesine neden oluyor. Yine de, tabletler ve diğer e-kitap okuyucu araçları okuma deneyimini taklit eden fonksiyonlarıyla yakın gelecekte daha çok tercih edilen kitap okuma platformları haline dönüşebilirler. “Marslı”, “Gri’nin Elli Tonu” gibi internette doğan fenomenler belki de bu evrimin ilk basamaklarıdır.
4. SIR: BULUNTU ROMAN
Şu da atlanmamalı: “Marslı”, güncelerden oluşan biçimi itibarıyla bu formata çok uygun bir öyküye sahip. Sinemada son zamanlarda trende dönüşen “found footage” / “buluntu film” ekolüne benzer bir çekiciliği var. Başarısının ardında bu da önemli bir etken olmalı. “Buluntu film”lerde perdede / ekranda gördüğümüz olaylar bize normal bir filmden daha gerçekçi gözükür, bu yüzden kolay yoldan korkutmak isteyen yönetmenler son zamanlarda bu yolu tercih ediyorlar. Benzer şekilde Mark Watney’nin güncesi karakterin gerçekliğini ve kitaptaki olayların gerçekleşme olasılığını okurun zihninde güçlendiriyor.
5. SIR: KAFA DENGİ YAZAR
Tabii ki sadece romanın biçimi veya sunumu ile okuru tavlamadı Andy Weir. “Marslı” iyi ve taze fikirlerle dolu bir roman olmanın ötesinde bence bizi çok iyi, kafa dengi ve tutkulu bir yazarla tanıştırmasıyla önem kazanan bir eser. Bir bilimkurgu romanına “Neresinden bakarsanız bakın, sıçmış durumdayım.” diye başlaması bunun ilk göstergesi. Marslı yayımlanan ilk romanı olsa da Weir’in geçmişine baktığınızda daha önce ses getiren edebi işlere imza attığını görebiliyorsunuz. 20’li yaşlarının başında yazdığı “The Egg” / “Yumurta” isimli bir kısa öyküsü var mesela. Yazarın internet sitesinde ( www.galactanet.com ) aralarında Türkçe’nin de olduğu birçok dilde paylaşılan bu öykü zamanında çok dikkat çekmişti (Direktlink: www.galactanet.com/oneoff/theegg_tr_mod.html ) Okuduğunuzda “daha önce okumuş” gibi bir his bırakabilir sizde. Sanırım bir dönemin “forward mail” hastalığı sırasında ben de okumuştum. Oldukça kısa bir öykü ama üşenirseniz YouTube’da Türkçe altyazılı kısa film versiyonları da var. Hayatın anlamı üzerine okuduğum en güzel, en naif ve en hümanist öykülerden biri. “Marslı”da insan özünün eksik olduğunu düşünenler hemen o eksiği bu öyküyle tamamlayabilirler. Weir’in diğer kısa öyküleri de çok güzel. Bir sonraki romanını heyecanla beklediğimi söylemeliyim.
Yazarın tutkusuna ayrı bir paragraf şart. “Marslı” bilimsel açıdan çılgın bir proje. Andy Weir romana başlarken ilk önceliğini romandaki her olayın bilimsel olarak gerçekçi olmasını sağlamak olarak belirlemiş. Kitabı okuyunca daha iyi anlayacaksınız, gerçekten de botanik, fizik, kimya ve astrofizik üzerine muazzam bir bilgi akışı var. Zihni Sinir’liğin sınırlarının zorlandığı durumlar da cabası. Tüm bu bölümlerde yazar sırtını sadece hayal gücüne dayamamış, yazdığı her şeyin bilimsel açıdan doğru olmasına da özen göstermiş. Tek bir örnek vereyim, Mars – Dünya yolcuğu zor zanaat. NASA Mars’a araç gönderirken serbest düşüş yörüngelerini ve birçok değişkeni hesaplamak zorunda. Bir yazar bunu yapmak zorunda değil. Fakat Weir kitabında çok da yer tutmayan bu konuya takmış. Bir yazılımcı olduğu için sıfırdan bir program yazmış. Kısacası kitapta karşılaşacağınız tüm o komplike zamanlamalar, tarih ayarlamaları bu programa uygun olarak yazılmış. Bu programı katıldığı panellerde gösteriyor Weir. Gerçekten deli işi. Edebiyatçı abilerimiz takdir etmeyebilir, ben ettim!
6. SIR: BİLİMKURGU İHTİYACI
“5 sır” yazdım ama halen daha kendimi ikna etmiş değilim. Bilimkurgunun kan kaybettiği bir dönemde, bilimkurgu meraklılarının bile teknolojinin ilerlemesiyle bilimkurgu edebiyatının çıkmaza girdiğini düşündükleri sırada “Marslı”nın başarısı her türlü şaşırtıcı görünüyor. “Marslı”nın tutması tam da bu teoriyi çürütüyor işte. Hayatlarımızı ve etrafımızı saran internetin, telefonların, akıllı saatlerin, drone’ların ve diğer her şeyin bilimkurgu olmasıyla bilimkurgu ölmez, tam tersine yeniden doğar. Çünkü bugüne kadar bilimkurgu romanlarında yer alıp gerçekleştirilen, uzay araçlarından internete kadar tüm icatlara ve gelişmelere rağmen bilimkurgu edebiyatını ısrarla hor gören kesimler oldu. Artık işleri daha zor. Zamanında “Aya Seyahat’i “gerçeküstü” belleyen eleştirmenler Mars’ta koloni kurulmasına geri sayım yapılan bir dönemde “Marslı” romanındaki olayları “gerçeküstü” göremiyor ve gösteremiyor...
Peki ya “Marslı”nın ülkemizde de beklenmedik bir ilgi görmesi? Belki de bilimkurgunun bir yaşam tarzı olarak özellikle ülkemizde ihtiyaç duyduğumuz bakış açısı olduğu anlaşılmıştır. Eski medeniyetlere ve geleneklere özenen zihniyetin giderek güçlendiği, “icat çıkarma”, “eski köye yeni adet” gibi popüler halk deyişlerine sahip ülkemizde, işi “icat çıkarmak” ve “eski köye yeni adet” getirmek olan bilimkurgunun hak ettiği ilgiyi görmesi gerek. Belki de dünya üzerinde bilimkurguya en çok bizim ihtiyacımız var. Sanırım “Marslı”nın başarısının arkasındaki en büyük sır da bu. “Marslı” sadece Mars’ta mahsur kalan Mark Watney’nin hayatta kalma mücadelesini anlatmıyor, aynı zamanda insanoğlunun ilerlemesinin bir yolunun da sanat ve bilimin buluştuğu nokta olan bilimkurgu olduğunu ortaya koyuyor.
7. SIR: YENİ COOL’LAR: NERD’LER!
Televizyonlardaki bilim belgesellerinin artışı bilimkurgu ihtiyacının ayyuka çıktığının göstergesi. Carl Sagan’ın “Kozmos”u tekrarlarıyla gündemde. “Interstellar” ve “Gravity” gibi filmlere eskiden en çok nerd’ler sahip çıkardı, şimdi herkes bu filmlerden bahsediyor. Kuyruklu yıldıza bir araç indirildiğinde hep beraber alkışlıyoruz. Artık hepimiz nerd’üz! E haliyle nerd olmak eskisi gibi “zavallı” bir durum olmaktan çıktı. Yeni cool’lar nerd’ler! Yoksa Doctor Who hayranı bir yazılımcı olan Andy Weir neden bu kadar tutsun ki? Bir grup nerd’ü / geek’i anlatan The Big Bang Theory'nin televizyonlarımızda en çok sevilen dizilerden biri olması tesadüf değil. Bu dizi bence nerd’lüğün insanoğlunu ileriye götürecek bir yaşam tarzı olabileceğini kitlelere aşılamayı misyon bellemiş bir propaganda projesi.
Bu tezimi destekleyecek bir sahne örnekleyeyim. Son sezonun (8) 22. bölümünde Leonard mezun olduğu okulun mezuniyet töreninde konuşma yapmak üzere çağrılır. Konuşmasının başında sıradan bir mezuniyet konuşması verdikten sonra Leonard konuşma kâğıdını yırtar ve gerçekten hissettiklerini dile getirir:
“Konuşmamın kalanı görünmez çocuklar için. Hiçbir yere uyum sağlayamıyor olabilirsiniz. Okuldaki en kısa, en şişman ya da en tuhaf çocuk olabilirsiniz. Mezun olmana rağmen daha hiç öpüşmemiş olabilirsiniz. Hiç arkadaşınız olmayabilir. Ama biliyor musun, hiç sorun değil. Popüler çocuklar dışarıda her ne yapıyorlarsa, bütün bu zamanı yalnız başınıza bilgisayar toparlayıp çello çalarken geçirdin ve şimdi o yaptığın şey ilginçleşmeye başlıyor. İnsanlar nihayetinde sizi fark edince düşündüklerinden daha müthiş birini karşılarında bulacaklar. Lisede popüler olanlara söylüyorum, pardon ama miladınız doldu!”
Aynen öyle. Lisede popüler olanların miladının dolması gibi, 90’larda ve öncesinde popüler olan veya değerli bulunan benmerkezci temaların da miladı doldu. 2000’ler bilimkurgunun ve sınırsız hayal gücünün yılları. Bundan böyle evrenle ilgileniyorsanız, uzay romanları, filmleri, belgeselleri izliyorsanız kimse size “loser” gözüyle bakamayacak, baksa bile bu çok uzun sürmeyecek, çok kısa süre sonra o da kendini senin gibi “Gravity”nin çekimine kaptırmış halde bulacak.
Yeni Star Wars filminin adı boşuna konmamış. “Güç uyanıyor!” O güç aslında hayal gücü!