Aslı Akarsakarya ile 2021 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanmasıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden basılan öykü kitabı Buraya Kısıldık Sanırım odağında konuştuk.
Aslı Akarsakarya ile 2021 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanmasıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden basılan Buraya Kısıldık Sanırım odağında yapmış olduğumuz söyleşide farklı karakter, olaylar ve duygu durumları üzerine kaleme alınmış on sekiz etkili öykü üzerine konuştuk. Öykülerin yanı sıra bir edebi metnin farklı öncelikleri ve önemli unsurları neler, çok katmanlı bir metnin olmazsa olmazları ne olmalı gibi sorulara yanıt aradığımız söyleşide çağdaş edebiyat içerisinde yazma konusunda da farklı bakış açıları sunmayı amaçladık.
Sizden başlamak isteyerek farklı disiplinlere olan merakınız –fotoğraf çekmek, video ve belgesel projeleri– yaşamınızın önemli unsuru olarak ön plana çıkan edebiyat ile ilişkinizi nasıl etkiledi?
Aslında çok daha fazlasına merakım var ve yalnız sanatla sınırlı değil. Sorunuz üzerinde düşündükçe şunu rahatlıkla söyleyebileceğimi fark ettim: Merak, beni yaşamla ilişkide tutan temel unsur. Örtüyü kaldırma arzusu, buna güç bulabilmek, yapmak için niyetlenebilmek. Hayatı birçok farklı yönden kavramamı sağlıyor, nasıl olsun da edebiyatımı etkilemesin. Sadece bir sanat disiplini altında sayabileceklerimiz değil, görülenin, duyulanın ardındakini bilme, işleyişi anlama isteği, hareketi oluşturan düşünceyi çözmeye, olayların arasındaki bağı görmeye uğraşmak, belki de edebiyatımı, beni en çok besleyen şeyler.
Düşe Kalka (öykü, 2009), İçeride Kalanlar (roman, 2016) Buraya Kısıldık Sanırım (öykü, 2021). Bu üç kitabınız arasındaki farkların ne olmasını istediniz?
İki şey arasındaki farklar ancak bir benzerlik zemini üzerinden görülebilir. Bende o kadar ayrı duruyor ki bu üç kitap, farkları tanımlayamıyorum. Dışarıdan böyle görünmüyordur, tabii, ama benim için yazma hâlim bu kadar kesikli ve bölünebilir değil. Konuyla alakalı olarak bildiğim, senelerdir yazmakla iç içe olduğum, bu süre zarfında basılan kadar basılmayan da metin yazdığım, bu metinleri bir şeyin parçaları olarak algılamadığım ve bu sürecin herhangi bir anında aslolanın hep önümde duran olduğu. Öncesi, hatırlamadığım, görüşümde olmadığı için hesaba girmiyor, sonrası ise ne yazacağımı henüz bilmediğim için.
Buraya Kısıldık Sanırım 2021 yılı Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldükten sonra YKY tarafından yeniden basıldı. Bu yeniden basım sanki öykülerin yeniden taze soluklar alıp vermesine sebebiyet vermiş gibi, ne dersiniz? Bir okur olarak böyle algıladım diyebilirim.
Bilmiyorum, şahsen benzer bir hisse sahip değilim. Ancak okuyucu tarafından böyle algılanmasını çok iyi anlayabiliyorum. Sonuç itibariyle kitabın her basımı bir sunumdur. Yayınevini, kapağını, hakkında edilmiş cümleleri, hatta kağıdını, fontunu bile metni üzerinde taşıyan bir platform olarak düşünmek yanlış olmaz. İçerik sizden çıktıktan sonra etiketlenmeye başlıyor. Bu etiketler aslında ne doğrudan metinle ne de sizin metninizle ilişkinizle alakalı ama okuyucu onu artık misal “ödüllü” olarak görüyor. Sonuçta saatlerini alacak bir okuma durumuna ikna için okuyucunun da parametrelere ihtiyacı var. Yayınevi ile olan ilişkisi, kitabı daha evvel bir yerlerde görmüş, hakkında bir şeyler duymuş olması, bunların hepsi onun algısını, hatta belki sizin de belirttiğiniz gibi aynı okuyucunun zaman içindeki algısını dönüştürüyor.
Tüm bu süreçle, yani eserim olarak düşündüğüm, üzerine titrediğim şeyin bir ürün olarak piyasadaki davranışıyla ilgili çok sorunum oldu, hâlâ da var, ancak bu durumu artık oyunun kuralı olarak görmeyi yeğliyorum.
Öykülerin bir vitrini (aydınlık, ferah, albenili, düzgün) bir de kulisi (gölgeli, yer yer karanlık, tedirginlik içeren, mesafemizi koruduğumuz, dağınık) var. Her bir öykünüzün kendi içindeki bu karşıtlık durumlarının anlattığınız hikâyeleri nasıl da katmanlı bir hâle getirdiğini konuşmak istiyorum. Hikâyedeki olaylarla veya kişilerin durumlarıyla tercihleriyle değil öyküleri okudukça daha çok kendimizle yüzleşiyor, kendimizi görüyor gibiyiz.
Edebi metnin unsurları için herkesin farklı öncelikleri var. Çok katmanlılık edebi bir metnin olmazsa olmazı bana göre. Açıkça akan kurgu ve olay örgüsü de dahil olmak üzere diğer tüm yazınsal ögelerin hizmetkârı oldukları daha kapsayıcı bir kavram, benim için zaten yazacağım öykünün çıkış noktası oluyor, çekirdeği diyelim. Öykü bu kavramın yüzü suyu hürmetine doğuyor ve ögeleriyle, yumak misali onu sarmalıyor. Her zaman bir tezatlık olarak değil, bazen paralellik ya da yoldaşlık biçiminde de ilerleyebiliyor ama sonuç itibariyle birden fazla şekilde okunma ihtimalini öyküde barındırmaya çalışıyorum. Teşekkür ederim, okuyana geçtiğini duymak ne güzel.
“Ölümün noktasal olmadığını, şimdikine benzer anlar toplamı olduğunu düşünüyorum.” Kitabın son öyküsü “Virgül”den bir alıntı yaparak ölüm kavramını, ölüm kavramı üzerinden yaşamı, ölüm kavramı üzerinden korkularımızı, kuruntularımızı konuşmak istiyorum sizinle.
Ölüm, kitaptaki öykülerimin çoğunda var. Bir konu olmaktan ziyade hayata dair unsur, acıkmak, konuşmak, yorulmak gibi var. Ölüm anlayışım da tastamam böyle. Benim için hayatın orta yerinde ve her an olan, her an görülen bir şey. Onu düşünüyor, yaşıyor, ona saygı duyuyor ve ondan korkuyorum. Ölümle barışık olduğum için yapmıyorum bunları, bilakis hiç değilim, ama onu tüm görkemiyle görmeyi seçiyorum.
“Beni Sen Göm Şerife” isimli öyküde bir karakterin ölüm anını, “Gibi” isimli öykümde ise bir cenaze gününü anlattım. Ama bu iki öyküde de odak ölümün kendisi değil. Kurguda toplumsal bir sahne olarak var ölüm anı, sosyal yaşamı yoğunlaştıran bir an olarak.
Alıntı yaptığınız “Virgül”de ise diğer öykülerimden ayrı olarak ölümün başrol olduğu ve benim ölüm algımla doğru bir paralellik yakaladığına, bunu kurgu ile aktarabildiğime inandığım bir öykü. Kahramanın da ifade ettiği gibi biraz daha öldüğü, coşkulu, mutlu ve heyecanlı bir akşam.
Öyküler boyunca birçok farklı karakter, farklı mekânlar, farklı duygu durumları ve düşünceler mevzu bahis. Aynı olan şey ise bir tür belirsizlik. Neyin neden olduğu veya neden geliştiği, olayın nasıl gerçekleştiği konuları belli aslında fakat bir tür anlamsızlık duygusu sanki. Anlamını yitirmiş bir dünyada ne kadar da başı sonu belli, neden gerçekleşmiş olabileceği belli olaylar yaşasak da nafilelik duygusu gelip yerleşiyor öykülerin içerisine, ne dersiniz?
Bahsettiğiniz duygunun ne olduğunu anlamak için öykülere bu gözle tekrar bakmam gerekti ve zannediyorum neyi kastettiğinizi anladım. Bence bir evvelki sorudaki ölüm anlayışının ve fanilik durumunun öykülere sirayeti bu bahsettiğiniz. Bu his, yani sonun varlığı çoğu öykümde hissediliyor, sanıyorum. Bu da anlamsızlık olarak okunabilir.
İnsan bilinci, ölümlü bir beden için fazla gelişmiş. Fani bir bedende, değer verdiği her şeyin ve kendinin de sonlu olduğunu bilmek bilinç için büyük paradoks. O sebeple farklı şekillerde ölümü alt etmeye çalışıyor. Reenkarnasyon, yeniden dirilme, ölümsüz ruh, ebedi eser, bedenini dondurma, neslini sürdürme… Hayatın anlamı dediğimiz şey bu ölümsüzlüğü nasıl yendiğimiz noktasında kendini var ediyor. Din oluyor mesela anlam, çocuklarımız oluyor, eserlerimiz oluyor, başkalarına yardım etmek, çok para kazanmaya çalışmak oluyor. Bu tasarımda bir yaşantı için anlam bana göre bir gerçeklik, bir oluştan ziyade bir çaba. İnsan bilincinin bu çıkmazdaki çırpınışı. Anlamsızlığı bir altlık olarak, anlamdan daha somut bir fon olarak kabul ediyorum sanırım ve öyküler de bu fondan nasibini alıyor.
Öyküleri okurken olaylar var, karakterlerin arzu ettikleri var, hayatın kendisi de var derken size şu soruyu sormak aklımdan geçti: Kazanan hep hayatın gerçekliği mi oluyor gerçekten?
Kuşkusuz. Ama sonuçta bizler de o gerçeklikten ayrı değiliz, onun içinde, onunla birlikteyiz.
Pandemi dönemi, ardından sıcak savaş ve büyük çapta bir ekonomik kriz. Dünya yenileniyor mu gerçekten, umutlumsunuz bu konuda. Dünyanın bu yenilenme şekli önümüzdeki dönemlerde yazılacak metinlere nasıl yansıyacak?
Benim ekleyeceğim üçlü de şöyle olurdu; küresel ısınma, çevre felaketleri ve Türkiye’ye özel sorunlar aurası. Ki bunları açıkçası bir yenilenme şekli olarak değil, bir çöküş biçimi olarak görüyorum. Ülkemin hiç bitmeyen sorunları dışında çevre felaketlerinden de en çok etkilenen kuşakta bulunması, bahsettiğiniz ekonomik krizi katmerli yaşayışı umut için küçük bir aralık bile bırakmıyor bana.
Ankara’nın eskiden gözde olan bir muhitinde oturuyorum. Artık gözde değil, son on yıldır terk ediliyor. Türkiye’nin şehirleşme sürecinin parodisidir, bir bölge güzel bulunur, evler yapılır, otuz-kırk sene sonra da terk edilir, şehrin başka yerine göçülür. Apartmanlar bekledikleri bakımı göremez, esnaf değişir, dükkanlar boşalır, kaldırımlar, yollar parçalanır. Her gün bu manzarayı izleyerek markete yürüyorum ve sonunda eve kendimi zor atıyorum. Çürüme kavramı, mikrodan makroya son zamanlarda istemeye istemeye en çok düşündüğüm, şahit olduğum şey. Bunu tatile gittiğimde denizdeki plastikte, parka gittiğimde yerdeki izmaritte, devlet dairesine gittiğimde binadaki havada, memurlarda görüyorum. Sığınacak yer herkese lazım. Ben son dönemde sığınağımın da daracık kaldığını, hatta onun da artık beni pek koruyamadığına şahit oluyorum.
Yani vesselam benden umut çıkmıyor. Sadece bazen, öncesini gördüğüm, denizin temizi, domatesin kokulusu, insanın güzeli ile karşılaştığım için minnet duygusu geliyor. İyimserliğe en çok yaklaştığım yer burası sanırım.
Metinler demişsiniz, umutlu metinler hep olacak, çünkü güzel satarlar. Distopyalarınsa zayıflayacağını düşünüyorum. Artık realizm sınırlarına girdiği, her şeyi içine alacak kadar büyüdüğü için.